İSLAM’A GÖRE DEVLET VE DÜZEN KAVRAMI!

1480
Paylaş:

İslam; hem Dindir, hem de Adil bir düzen öngörmektedir.

Adil Düzenin, Müspet İlim, Aklıselim ve Tarihi Birikim… gibi temel kaynaklarından birisi olan “Din de zorlama ve dayatmayı değil, özgür iradeyi ve gönül tercihini esas alır. Bu nedenle İslam’ın bazı özelliklerini hatırlamakta fayda vardır.

İslam dinini dört ana bölüme ayırmak mümkün ve münasip görülmektedir. Bunlar:

1. İman ve itikat esasları,

2. İbadet ve istikamet düsturları,

3. Ahlak ve muaşeret hususları,

4. Hayat ve Muamelat kanunlarıdır.

Muamelat (tabii hayat) konusu ise:

a) Hukuk ve adalet,

b) İktisat ve ticaret,

c) Hükümet ve siyaset,

d) İlim, eğitim ve marifet,

e) Sanayi ve zanaat,

f) Dengeli ve güvenli sosyal hayat, prensiplerini içermektedir.

Yani İslâm; hem “din”dir, hem de “Adil bir düzen öngörmekte”dir. Kur’an ve sünnet bize itikat, ibadet ve muaşeret hususları yanında, Adil ve kâmil bir düzenin temel esaslarını da öngörmekte ve öğretmektedir. Ne var ki İman ve İbadet kısmı “özel”dir, samimiyetle inananlar için geçerlidir. Ama “düzen” kısmı “evrensel”dir ve herkes için gereklidir. Ayrıca “din”de zorlama yok, ama “düzen”de zorlama vardır. Şimdi İslâm’da hangi hususlarda zorlama (mecbur tutma) yoktur ve yine hangi durumlarda mecburiyet ve müeyyide vardır? konusunu biraz daha açalım:

A- İnsanları imana çağırmak hususunda “tebliğ ve ikna” vardır, ama zorlama ve mecbur tutma yoktur ve yanlıştır.

(Ey Resulüm) Eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi, mutlaka iman ederdi. (Allah imtihan gereği onları serbest bıraktığı) halde, Sen insanları iman etmeleri için zorlayacak mısın? (Hayır) Allah’ın izni olmadan (gerçeği araştırıp Hakka teslim olmadan) hiç kimse iman edemez. O (Allah) akıllarını kullanmayan (ve nefsi hevalarına uyan)ları (imandan ve İslâm’dan mahrum ve) murdar kılar”[1] gibi birçok ayeti kerime iman etmeleri için insanları zorlamanın yanlış ve yararsız olacağını bildirmektedir. Zira inanmak akli kanaat yanında bir gönül işi ve vicdani tatmin meselesidir. Hakkı arayan ve hayrı arzulayan kimselere Allah’ın hidayet ve inayetidir. Aslında insan fıtratı ve tabiatı imana meyilli ve müsaittir. Bize düşen sadece insanların aklını ve vicdanını harekete geçirmek ve imana davet etmektir.

B- Dine sokmak ve Müslüman yapmak için de zorlama ve sıkıştırma yoktur:

Din(e sokmak) için zorlama yoktur. Zira doğrulukla sapıklık birbirinden kesinlikle ayrılmış (Hidayet ve dalalet yolları açıklanmış)tır. O halde her kim tağutu (şeytani düzen ve davranışları terk ve) inkâr edip, Allah’a (İslâm dinine ve hayat disiplinine) iman (ve itaat) ederse(artık o) asla kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.”[2]

Bir kişiyi veya topluluğu döverek veya tehdit ederek Müslüman olmaya zorlamak veya bizzat mecbur tutmak yasaktır ve yanlıştır. Çünkü o taktirde insanlar mümin değil münafık olacaktır. Yani gerçekte aklı yatmadığı ve inanmadığı halde, zorlama sonucu zahiren inanmış görünecek ve daha tehlikeli bir konum alacaktır. İslâm’da cihat ise insanları zorla İslamlaştırmaya değil, fikir hürriyetine ve insanların özgür tercihine mâni olan unsurları ortadan kaldırmaya ve her din ve düşünceden bütün insanların birlikte barış içinde yaşama şartlarını hazırlamaya yönelik bulunmaktadır.

C- İbadet hususunda da zorlama yoktur

“Siz onu istemediğiniz halde biz sizi ona zorlayacak mıyız?”[3] ayetinde de ifade buyrulduğu gibi, ibadette aslolan gönülden inanarak, ihtiyaç ve iştiyak duyarak ve Allah’tan sevap umarak yapılmasıdır. Müslümanları, küçük yaştan itibaren ibadet ve istikamete yönlendirmek, çevremizdekilere manevi hayatı sevdirmek, dini disiplin ve terbiyeyi yerleştirmek üzere ve özellikle çocuklarımıza ve yakınlarımıza gerekirse kızmak, azarlamak, küsmek ve uzaklaşmak ve hafifçe uyarmak ve inzar (ahiret hayatıyla korkutmak) gibi tedbirler elbette lazımdır.

Ancak devlet ve kanun zoruyla insanların namaza ve oruca mecbur edilmesi gibi bir hüküm yoktur ve böyle bir durum zaten yanlış ve imkânsızdır. Çünkü insanların beş vakit namaz kılıp kılmadıklarını ve yine oruç tutup tutmadıklarını takip etmek mümkün olmadığı gibi, takip edilemeyen suça herhangi bir ceza tatbik etmek de mümkün olmayacaktır. Sadece Müslüman olduğu ve mazereti bulunmadığı halde, Ramazan ayında tahrik niyetiyle açıkça oruç yemek, Cuma saatinde ve mescit mahallinde gürültü etmek gibi çevresine kötü örnek olan ve mukaddesata hakaret sayılan ve laubalilik aşılayan davranışlar elbette uyarılır ve önü alınır.

Zorlama ile yapılan bir ibadetin faydası ve sevabı olmadığı gibi, yine zorlama ile yapılan bir küfrün ve işlenecek günahın da cezası yoktur.

“Kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka… (ona bir günah yoktur).”[4]

“Kim (cariyelerini zinaya) zorlarsa bilmelidir ki bu mecbur tutulmalarından sonra Allah onlar için bağışlayıcı ve merhametlidir.”[5]

Hatta ekonomik, sosyal ve siyasal bütün kurum ve kuralları batıl ve bozuk olup, idarecileri de zalim ve kâfir olan bir cahiliye döneminde ve düzeninde, resmi ve fiili bir baskı ve zorlama olmasa da, devletin ve düzenin dolaylı olarak yönlendirmesi, teşvik ve tahrik etmesi sosyal ve ekonomik şartların mecbur hale getirmesi sonucu işlenen ama vicdan azabı çekilen günahların da bağışlanacağı umulmaktadır. Sihirbazların Hz. Musa’ya iman ettikten sonra Firavuna dönüp:

“Bizim (hem) bilmeden yaptığımız hatalarımızı (hem de) senin bize zorla yaptırdığın sihir günahımızı bağışlaması umuduyla Allah’a iman ettik”[6] demeleri de buna işarettir.

Çünkü sihirbazlar Firavunun zalim ve kâfir olduğunu, kendilerini kullanıp sihir gösterileriyle halkı uyutup aldattığını biliyorlardı. Firavun bu hizmetlerine karşılık sihirbazlara makam ve menfaat sağlıyor, dolaylı da olsa sihirbazlığa teşvik, hatta elinden gelip de yapmayanları tehdit ediyordu. Bugünkü çağdaş firavun düzenlerini destekleyen, halkın faiz ve fuhuş peşinde sürüklenmesini ve sömürülmesini temin eden medya sihirbazları da aynı günahın sahipleridir.

D- Düzende ise müeyyide (yaptırım ve) zorlama kaçınılmazdır.

Bütün beşeri sistemlerde olduğu gibi Adil devlet düzeninde de müeyyide (yaptırım), ve gerekirse toplum huzurunu korumak için konulan kanun ve kuralları zorla uygulama ve suçluları cezalandırma elbette olacaktır. (Not: Adil Düzen, ilahi bir düzen olmayıp, müspet ilimle beraber, dini ve ahlaki değerlerden de yararlanarak hazırlanmış beşeri bir projedir. Yani asla “Kutsal ve değişmez” değildir.)

“Nihayet Hakk geldi (İslâm’ın adalet kuralları belirlendi), onlar istemedikleri halde Allah’ın emri (ve) Kur’an’ın hükmü zahir oldu (ve adalet yerini buldu)”[7] ayeti de bu gerçeği işaret buyurmaktadır.

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin Resulüne (itaat edin) ve sizden olan (Kur’an’ın hükmünü uygulayan) Ulu’l-Emr’e (devlet yetkililerine ve adalet düzenine) de itaat edin”[8] ayeti, istemesek bile kanun ve kurallara uymak zorunda kalabileceğimizi,

“İstemeyerek infak etmeleri”ni[9] bildiren ayeti kerime nefsimiz hoşlanmasa da zekât vergisini icabında devletin zorla alabileceğini,

“Hoşunuza gitmese de cihat size farz kılındı”[10] ayeti askerlik için vatandaşın zorlanabileceğini,

Ve yine; “Eğer (faiz yasağına) uymazsanız Allah ve Resulünün (faizcilere) açtığı savaştan haberiniz olsun”[11] ayeti faiz ve kumarın yasaklanabileceğini, zina, hırsızlık, yaralama ve cinayet suçlarının mutlaka cezalandırılması gerektiğini göstermektedir. Ve bunlar, bir düzenin disiplini ve yürümesi için zaten gereklidir.

Konuyu özetlersek:

I- “İlim”de tartışma ve ispat etme esastır.

II- “Din”de ise ikna ve inandırma vardır.

II- “Düzen”de ise müeyyide (yaptırım) ve icap ederse zorlama kaçınılmazdır.

İslam ise hem “din“dir. Hem “Adil bir düzenin temel esaslarını içermekte”dir. Hem de “İlim“dir… Öyle ise, her bir kısmı için, ayrı bir metot ve mantığın bulunması tabidir.

Bu ilmi ve İslami gerçekler ortada dururken kurulacak Adil Bir Düzenin “bütün vatandaşları, Müslüman olmaya zorlayacağı, Müslüman olmayanlara hayat hakkı tanımayacağı ve herkesi namaz, oruç, gibi ibadetlere mecbur tutacağıgibi yanlış ve yanıltıcı iddia ve isnatlar, kafaları karıştırmaya yöneliktir.

Demokrasi ve Laiklik adına hiçbir sistemin veremediği temel insan hak ve hürriyetlerini, Adil Düzen gerçekleştirecektir. İmani ve ahlaki değerleri yerleştirmek dahil, her şeyi kanun zoruyla ve devlet baskısıyla yapacaklarını sanan ve savunan Müslümanların bu yanlış tutum ve tavırları da halkın ürkütülmesinde önemli ve olumsuz bir etkendir.

Laiklik de İslam’a uygun bir kavramdır.

Erbakan Hoca’nın: “Gelin anayasamıza, laikliğin tanımını ve Türkçe karşılığını yazalım” teklifi hep duymazlıktan gelinmiştir. Çünkü kötü niyetli ve bozuk tiyniyetli bir kesim, İslam düşmanlığı yapabilmek için, Laikliğin hep böyle muğlak kalmasını istemiştir.

Laiklik: Din hizmetleriyle devlet işlerinin birbirinden ayrılması ise, yerindedir.

Laiklik: Farklı din ve mezhep mensuplarına, devletin ve adaletin aynı mesafede kalması ise, güzeldir.

Laiklik: Değişik din ve düşünceye sahip kesimlerin, birlikte hoşgörü ve barış içerisinde yaşama şartlarının hazırlanması ise, tabiî ki gereklidir.

Laiklik: Devletin ve düzenin, belli bir inancın veya din adamları sınıfının güdümüne bırakılmaması ise, elbette isabetlidir.

Laiklik: Herhangi bir dine veya dinsizliğe mensup olmanın, devlet ve hukuk önünde; ne özel bir imtiyaz ve hürmet, ne de kasıtlı bir mağduriyet ve mahrumiyet nedeni sayılmaması ise, herhalde sahiplenmelidir.

Ancak; Laiklik; Bir ülkenin anayasaları yapılırken ve diğer gerekli kanun ve kurumları hazırlanırken, toplumu oluşturan unsurların ve hele kahir çoğunluğun “dinini, manevi değerlerini, gelenek ve göreneklerini, örf ve adetlerini hiç hesaba katmama, esas almama”şeklinde ifade edilmek isteniyorsa, bu hem imkânsızdır, hem haksızlıktır, hem de yararsızdır! Üstelik doğal ve sosyal kanunlara da aykırıdır. Ve zaten Laikliğin böyle anlaşılıp uygulandığı tek bir ülke dahi yoktur. Çünkü halkın kimliğini, kültürünü ve hayat tarzını şekillendiren en önemli etken olan “Dini” dışlayarak hazırlanmış ve halka onaylatılmış-despotik düzenler dışında, tek bir demokratik örnek bulunamayacaktır.

Ve bu açıdan bakıldığında, hâlihazır anayasamızdaki diyanet teşkilatı kurumu, kanunları ve uygulaması da, laikliğe aykırıdır… Ve “devletin temel nizamını kısmen de olsa dini temellere dayandırma” suçlamasının muhatabı konumundadır!? Halbuki, hukuk, halk içindir. Halkın inancını ve manevi ihtiyacını hesaba katmayan ve özellikle “İslam” kokusu aldığı her şeye düşman tavrı takınan bir anlayış ve yaklaşım laiklik değil, ladinliktir (Dinsizliktir) ve laubaliliktir.

İslam’ın Kâmil olarak yaşanması ve amacına ulaşması, Adil bir Düzenin kurulmasına bağlıdır!

Düşüncesi ve ideolojisi ne olursa olsun vicdan ehli bir araştırıcının İslam’ın devlet ve hükümet konusundaki emir ve hükümlerini objektif olarak araştırması her şeyden önce bilimsellik görevidir. Bu itibarla İslam’ın kendisinde, talimatının özünde ve yapılmasını istediği şeylerde ona inananların Kur’an’ın esaslarına göre bir devlet kurmalarını gerektiren bir hüküm var mı? Diye bir soru sorması gerekir. Bu, aslında araştırıcı ister Müslüman olsun, ister gayri müslim, ister İslam’ın bir devlet kurmasını istesin, isterse istemesin, cevabı değişmeyecek bir sualdir.

Bu soruya bütün sadeliği ile insanın aklına şöyle bir cevap gelebilir. Müslümanlar İslam’ın zuhurundan itibaren bir devlet kuragelmişlerdir. Onlar bir milleti tamamen içine alabilecek kapasitede bir topluluk oluşturuvermişlerdir. Sonra bu topluluk birden fazla milleti içine alacak bir kapasiteye erişmiştir. O zaman diğer herhangi bir topluluk gibi onların da bir devlet kurmaları zaruri hale gelmiştir. Bir insan topluluğu olmaları sıfatıyla, kurmuş oldukları devlet Müslümanların devletiydi, ve bu devletin siyasi ve idari bir teşkilatının olması elbette gerekliydi. Artık bugün bütün Müslümanların aynı merkezden yönetilen tek bir devlet kurmaları yeterli değildir; İslam Birleşmiş Milletler teşkilatı, İslam Ortak Pazarı, İslam Savunma Paktı, İslam Dinarı ve İslam Ülkeleri bilimsel ve teknolojik irtibatı gibi evrensel kurum ve kurallar çerçevesinde ümmet bilinciyle hareket etmeleri ve sadece Müslümanların değil tüm insanlığın huzur ve refahını sağlayacak bir BARIŞ ve BEREKET medeniyetini oluşturmaları beklenmektedir. Bu yazımızda, Kur’an ve Sünnetteki nassların delaletleriyle, İslam’ın bu iki kaynaktaki hükümlerinin tetkik edilmesi ve bunların bir devlet ve hükümet kurmayı gerektirip gerektirmediğinin belirlenmesi hedeflenmiştir.

A: 1- Kur’an, kendisini kabul edip tatbiki için çalışacak bir devlet ve hükümet kurulmadan tatbiki mümkün olmayan hükümler ihtiva etmektedir. Mesela, katile ölüm cezasının tatbiki,[12] her türlü hırsızlığın (vurgun ve soygunların) önlenmesi, caydırıcı cezalar verilmesi[13] yeryüzünde fesatlık çıkarmaya yeltenenlerin[14] -yani Adil devletin ve toplum düzeninin güvenliğini ihlal edenlerin- def edilmesi ve diğerleri gibi, bir devlet ve hükümet olmadan tatbiki mümkün olmayan hadlerle ilgili hükümler böyledir. O halde içinde ölüm kararı (idam), hapse koyma, celd (zina edenlere tatbik edilen ceza) ve benzerleri gibi İlahi kanunları esas alıp uygulayıverecek bir hükümeti gerektiren bu hükümler bir mahkeme kararı ve bir hükümet olmadan fertlere nasıl bırakılabilir?

2- Aynı şekilde Kur’an, akrabalar arasında verilmesi gereken nafaka, miras ve bunların dağılımı, zekât ve harcama yolları ile ilgili mali hükümler ihtiva etmektedir. Üzerlerinde bulunan hakları vermekten kaçınanları bu hakları vermeye zorlayacak bir otorite olmadan bu hükümlerin yerine getirilmesi mümkün değildir. Hatta, zekât verilecek yerlerden birisi de zekât işlerinde çalışan bütün memur kesimidir (el-âmiline aleyhâ). Bunlar zekât toplayan ve dağıtımını üzerlerine alan ve devletin diğer hizmetlerinde çalışan kimselerdir. İslam ıstılahındaki “âmil” bugünkü ıstılahımızda “memur” demektir. Bunların, bu mali esasları kendisine temel olarak alan ve bunların tatbiki ve yerine getirilmesi için çalışan bir devlet düzeni olmadan varlığı düşünülemez.

3- Bundan başka Kur’an, Allah’ın sözünün en üstün olması… Devamını okumak için tıklayınız.


[1] Yunus: 99 – 100

[2] Bakara: 256

[3] Hud: 28

[4] Nahl: 106

[5] Nur: 33

[6] Taha: 73

[7] Tevbe: 48

[8] Nisa: 59

[9] Tevbe: 54

[10] Bakara: 216

[11] Bakara: 279

[12] Maile Suresi:48

[13] Maide Suresi:38

[14] Maide Suresi:33

[15] Nisa Suresi:58

[16] Bkz. Taberi Tefsiri, C.8, s. 490

[17] Nisa Suresi:59

[18] Nisa Suresi:59

[19] Bu hadisi İmam Ahled, Müsned isimli hadis kitabında rivayet etmiştir.

[20] Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.

[21] İbni Teymiye, Es-Siyasetu’ş -Şer’iyye Ara

[22] Buhari ve Müslim

[23] Bu hadisleri Müslim rivayet etmiştir. Hadis kitaplarına ve Zeydiyye Fıkhına ait “Er-Ravdu’n-Nadir” isimli kitabın imamet bahsindeki hadislere bakınız. Şevkani Neylu’l-Evtar, C.9

[24] Bir önceki dipnota bakınız.

[25] Bakınız: Dr. Ziyaeddin Er-Reys, En-Nazariyettu’s-Siyasiyyetu’l-İslamiyyetu, Vücubu’l-Hükm, (birinci baskı,1952) Ayrıca “El-İslam Ve’l-hilafetu fi’l-as-ri’l-hadis isimli kıymetli kitabına bakabilirsiniz. Ed-daru’l-ilmiyye, Beyrut, 1973

[26] Bak: Ord. Prof. Muhammed El-Mübarek İslam Nizamı – Tercüme: Hüsamettin Cemal

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.