“DERİN DEVLET” DEĞERLENDİRMELERİ!

932
Paylaş:

26 Mayıs 2018

Kendi iddialarına göre; “2010’dan sonra “Devlet Doğrultusunda” davranmaya mecbur bırakılan Sn. Erdoğan’ın, bu teslimiyet tavrıyla hayatının hatasını yaptığını” savunan bazı solcu ve PKK dostu kesimler, bu “Derin Devlet” hazımsızlıklarını sıkça gündeme taşımaktalardı.

Evet, Sn. Devlet Bahçeli’nin teklif ve talebiyle erken seçim kararı alınmıştı. Onlarca yıldır en kritik anlardaki müdahaleleriyle siyaseti dizayn eden Devlet Bey’in bu türden atakları bir hayli fazlaydı. 2002’de kendisinin de ortağı olduğu Ecevit hükümetini sona erdiren erken seçim çıkışını, 7 Haziran seçimleri sonrasında hiçbir koalisyonda olmayacağını ilan ederek AKP’ye yol açmasını, Ekim 2016’da “Fiili duruma hukukî boyut kazandırmak gerek” diyerek başkanlık sistemini acilen Meclis’e sunma çağrısını, ardından Cumhur İttifakı planını, son olarak da, Erdoğan ve AKP’nin kesinlikle erken seçim yok demelerine rağmen 24 Haziran’da erken seçimi ortaya atmasını unutmamak lazımdı.

“Peki, Devlet Bahçeli bu gücünü nereden almaktaydı? Onun gücü hükümetler, iktidarlar, devlet kurumları, siyasetçiler, başbakanlar, cumhurbaşkanları gelip geçerken varlığını sürekli koruyan düşmez kalkmaz derin devletten kaynaklıydı!?” iddialarını bu yazar neye dayandırmaktaydı?

“Biliyorum; bu derin devlet konusu netamelidir. Kimler bunlar, falan diye sorulduğunda cevabı kolay değildir. Bu yüzden iddialı konuşmam yersizdir. Ama, bunca yıldır toplumu ve siyaseti izleyen gözleyen, çeşitli çevrelere kulağı delik biri olarak şu kadarını söyleyebilirim: Eskilerin “hikmet-i devlet” dedikleri, Batılıların “üst akıl” diye isimlendirdikleri gizli kuvvet ve zihniyettir. O “hikmet”in, o “aklın” temsilcileri değişse de hikmet veya zihniyet devam etmektedir. Türkiye gibi Osmanlı’dan devlet geleneğini devralmış ülkelerde ve ulus-devletin kuruluşu sürecinde, bu devlet aklı; tekçi, milliyetçi, asimilasyonist, militarist kodlara sahip çıkar, güya devletin bekası adına bu kodların bekçiliğini yapar. İşler sarpa sardığında, hükümetler ülkeyi yönetemez olduğunda, büyük ekonomik-toplumsal krizler ortaya çıktığında bu derin devlet devreye girer. İktidarları yönlendirir, güder, olmadı askerî ya da sivil darbelerle müdahaleye girişir. Derin devleti yekpare bir bütünlük olarak düşünmek de yanlıştır. Kendi içinde de değişik ideolojik ekipler, aykırı görüşler, gözlerini farklı merkezlere, ayrı yönlere dikmiş kimseleri barındırır. Bunların arasında zaman zaman çatışmalar da yaşanır. Emrindeki kontrgerilla (gladyo) türü yapılar, provokatörler, silahlı çeteler dışında, bir de yasal siyasete katılıp siyaseti biçimlendiren temsilcileri ve sözcüleri vardır.”

Erdoğan’ın teslim alınış süreci ve sonuçları

2002’de iktidara gelen Erdoğan ve partisi 2007’ye hatta 2010’lara kadar reformcu çizgide kalmıştır. Batı’nın (özellikle ABD’nin) bugün tümüyle çökmüş ılımlı İslam projesinin ürünü olmakla birlikte, bu projenin Türk derin devletinin kerhen de olsa onayını almış olduğu unutulmamalıdır. Bu Devlet Aklı çoğu zaman baskıcı ve dayatmacı olsa da asla budala olduğu sanılmamalıdır. 2000’lerin başlarında dünya ve ülke koşullarının, artık seçkinci vesayetçi rejimi sürdürmeye olanak tanımadığının ve dipten gelen dalgaların yarattığı baskının farkındadır. Üstelik denenen çeşitli müdahaleler AKP’nin siyasî iktidarına engel olamamıştır. Ancak, on beş yıl sonra derin devlet refleksi açısından; her alanda çuvallamış, işleri yüzüne gözüne bulaştırmış, Türkiye’yi büyük bir ekonomik ve siyasî krizin eşiğine taşımış, dış dünyada ve bölgede attığı her adımla ülkeyi tehlikeye atmış, Erdoğan’ı iktidarda tutmak artık zorlaşmıştır. Ilımlı İslam projesinin iflası, Batı dünyasının sıkıntıları ve yeni dünya dengeleri arayışı da hesaba katıldığında bu proje yatmış, ya da miadını doldurmuş bulunmaktadır.

Erdoğan’ın 2011-2012 sonrasında, reformculuğunu bıraktığını; iç ve dış koşulların değişmesine ve FETÖ tehdidine bağlı olarak kendisinin ve iktidarının beka’sı uğruna adım adım derin devlete teslime mecbur kaldığını görüyoruz.

Derin Devlet Erdoğan’ı harcar mıydı?

Madem ki komplo teorisi kuruyorum, şu soruyu sormalıyım: Ortağının erken seçim çıkışı, yoksa askerî darbenin mümkün ve münasip görünmediği koşullarda Erdoğan’ı kendi kazdığı kuyuya (Başkanlık rejimi, vb.) düşürüp tasfiyesine yönelik bir planın ilk aşaması mıydı? Peki, Derin Devlet neden Erdoğan’dan kurtulmaya çalışsındı? Her şeyi ağzına yüzüne bulaştırdığı, “müesses nizam”ı bütün kurumlarıyla laçkalaştırdığı ve kendi şahsi iktidarını kurmada pervasızca davrandığı, ülkeyi her alanda yıkımın eşiğine taşıdığı, kendi beka’sını, devletin beka’sından önemli saymaya başladığı için olmasındı!..”[1] diyenlere sormak lazımdı: Madem Derin Devlet, Erdoğan’ı BOP gibi Siyonist projelerin ve ABD emperyalizminin güdümünden çekip çıkarmayı başarmıştı… Öyle ise ona sahip çıkmak ve saygı duymak gerekirken, bu telaş ve taşkınlığınızın sebebi ne olaydı!?

Oysa yine bazı eski solcular; “Devletle birlikte hareket etmeye başladığı” gerekçesiyle, Sn. Erdoğan’ın Suriye’de ABD’ye rağmen girişilen ve büyük başarılar elde edilen Afrin Harekâtı gibi operasyonlarına hararetle destek çıkarken, şimdi erken seçim kararı üzerine yine eleştirmeye başlamışlardı!?

Yakın çağ harp stratejisinde Almanlarla Ruslar arasındaki “Tannenberg Savaşı” önemli bir yer tutmaktadır. Şöyle: Birinci Dünya Savaşı’nın henüz başlarında 166 bin kişilik 8’inci Alman Ordusu -bugünkü Polonya’da- Rusya’nın 210 bin kişilik 1’inci ve 206 bin kişilik 2’nci Ordusu tarafından kuşatılmıştı. Almanlar çok zor bir durumda kalmışlardı. İlk etapta başarısız General Pritwitz görevden alınmış, yerine General Hindenburg atanmıştı. Emekli olmasına rağmen görevi kabul eden Hindenburg’un tek isteği vardı: Yarbay Walther Nikolai yanımda göreve başlasın!” -1926 yılında MAH (MİT) kuruluşunda da bulunan- Yarbay Nikolai psikolojik harp uzmanıydı. Yarbay, hemen biyolojik istihbarat çalışmalarına başladı. Rus 1’inci Ordu Komutanı General Rennenkamf ile Rus 2’nci Ordu Komutanı General Samsonov‘un karakter raporunu yazdı: Rennenkampf; aşırı ihtiyatlı, evhamlı, savunmacı, çekingen ve aşırı kıskançtı. Samsonov ise; cesur, atak, cüretkâr, enerjik, eğlenceye düşkün ve çapkındı. Yarbay Nikolai şöyle bir psikolojik hareket başlattı: General Samsonov’un el yazısını taklit ettirerek General Rennenkampf’ın eşine bir aşk mektubu yazdırdı. Ardından güya Rus posta teşkilatı bayan Rennenkampf’ı evde bulamamış gibi mektubu eşine geri yolladı! Yetmedi, Alman Nikolai, Rus 1’inci Ordu’nun şifrelerini çözdürüp General Rennenkampf’ın kulağına gidecek aşk dedikoduları çıkarttı. Yani… Aşırı kıskanç Rennenkampf psikolojik olarak darmadağın olmuşlardı. Ve: Alman 8’inci Ordusu, General Samsonov komutasındaki Rus 2’nci Ordusu’na taarruza kalkıştığında yerinden bile kıpırdamamıştı! Samsonov’un yardım çağrısına kulağını kapamıştı; karısıyla aşk yaşadığını sandığı bir adama nasıl güven duyacaktı ve niye imdadına koşacaktı? Sonuçta: 200 bin askerini kaybeden Ruslar Tannenberg Savaşı’nda Almanlara yenilip büyük bir bozguna uğramışlardı.

Sorulabilir: “Gündemde Cumhurbaşkanları adayları varken, Tannenberg Savaşı da nereden çıktı? Çünkü Tannenberg Savaşı, psikolojik harbin önemini ortaya çıkardı. Tannenberg Savaşı, biyolojik istihbaratın önemini ortaya çıkarmıştı. Psikolojik harp sadece savaş meydanlarında olmazdı; politikada da sık kullanılırdı. Hatırlayınız; baskın seçim kararı alındıktan sonra Erdoğan’ın yüzü hep asıktı. Gergin olduğu her halinden belli olmaktaydı. Hele… TBMM’deki 23 Nisan Resepsiyonu’nda Meclis‘te konuşan CHP’li Özgür Özel‘e tepki göstererek, “Ben aşağıda olsaydım ona sadece ağzının payını değil ona verilmesi gereken dersin en büyüğünü verirdim” demesi ruh halini açığa vurmaktaydı. Peki Erdoğan’ın psikolojisini kimler ve neler bozmaktaydı? Demek işler yolunda pek gitmiyordu! Peki… Erdoğan, kendi dışında herkese kızıyordu, ama asıl kendine kızması gerekmiyor muydu? Örneğin… Şöyle kaba hesap yapalım: Bir yıl önce… Erdoğan’ın isteğiyle Cumhurbaşkanlığı referandumu yapıldı; parlamenter sistem yıkıldı. Peki, 16 Nisan 2017 referandumu olmasaydı ve Türkiye yine 24 Haziran 2018’de genel seçime gitseydi sandık sonuçları ne olacaktı? Büyük ihtimal Meclis‘te iki parti kalacaktı: AKP ve CHP! Öyle yüzde 51‘i arama zahmeti olmadan AKP, -tıpkı 3 Kasım 2002 seçiminde olduğu gibi- yüzde 34 oyla bile kahir ekseriyeti alıp iktidarda oturacaktı. Erdoğan yine “tek adam” olacaktı ve OHAL’i de arkasına alacak ve yapmadığını bırakmayacaktı! O halde… Hep sorduğumu tekrarlayayım; 16 Nisan referandumuna ne gerek vardı? Erdoğan’ı kim kandırdı? Erdoğan’ın sinirini bu pişmanlık mı bozmaktaydı?

Erdoğan’ın yaptığı siyasi hatalar kendi başına iş açmıştı. Örneğin: Sırf MHP için seçim pusu­lasını tuhaflaştırarak, muha­lefete “sıfır baraj” olanağı vermesini nasıl değerlendirmek lazımdı? İnsan ister istemez düşü­nüyor: Önce liberaller ve sonra FETÖ ile ilişkileri bozulduktan sonra ardı ardına politik yanlış­lık yapması sadece rastlantı mıydı? “Akıl hocalarını” kaybedip boşlukta mı kalmıştı? Ya da şöyle sormalıyım: “Üst Akıl” desteği olmayın­ca mı bu kadar büyük yanılgı­lara kapılmaktaydı? Erdoğan’ın 24 Haziran’a giden süreçte “yol kazaları” ya­pacağının emareleri şimdiden ortaya çıkmaya başlamıştı; soğukkan­lılığını çabuk kaybediyordu. Erdoğan gururunu yenip özeleştiri yapacağına sinir­lenerek daha büyük yanlışlıkla­ra savruluyordu. Hâlâ… Herkese karşı yal­nız kendisini haklı sanıyordu!.. Erdoğan’ın bu psikolojisi muhalefetin çok işine yarayacaktı. Tıpkı, Rus Orduları tarafından kuşatılan Alman Ordusu’nun imkânsızı başarıp zafer kazan­ması gibi, muhalefet blokuna bu seçimde büyük başarı kazanacakları fırsatlar sunulmaktaydı. Yeter ki Erdoğan’ın bozulan psikolojisinden yararlanmayı akıl edip gerekli tedbirleri alsınlardı!”[2] tavsiyelerinde bulunanlar, acaba Tayyip Erdoğan’ın yerine Abdullah Gül’ü oturtmaya çalışmakla neyi amaçlamışlardı? Yoksa, Türkiye’yi gizli sömürge ülkesine çevirdikleri dış güdüm arabasının, iyice hırpalanıp yıpranan atlarını değiştirip, yerine koşacakları allayıp pulladıkları yeni etiketli eski ve emekli atlarıyla sinsi saltanatlarının devamını sağlamak hesapları mı yapılmaktaydı? Abdullah Gül’ün Tayyip Erdoğan’dan farklı, Milli duyarlı ve tutarlı hangi marifet ve meziyetleri vardı ki, yeniden umut adresi olup çıkmıştı? Hani Hz. Peygamberimizin uyarısıyla: “Bir mü’min feraset sahibi olacak ve aynı delikten iki sefer ısırılmayacaktı!?” Hani Erbakan Hocamızın sıklıkla vurguladığı gibi: “Daha önce denenmiş, boyası dökülüp foyası belirlenmiş olanı, tekrar denemeye kalkışmak ahmaklıktı?!.” Milli Görüş’ün isminden, Saadet Partisi’nin sesinden bile gıcık alan malum ve mel’un kesimler, şimdi acaba hangi marazlı mantık ve maksatla Temel Karamollaoğlu’nu pohpohlamaktaydı? Allah aşkına, kim kimi kullanmaktaydı ve SP içinden niye bir tek şuurlu, onurlu ve sorumlu yiğit bir ses çıkmamıştı?

Aslında “Derin Devlet”; Göçebe ve kabile Türkleri Devlet’e taşıyan; cihan medeniyetleri kurduran, bizi ordu-millet yapan; zaman ve mekânların değişmesiyle eskiyip yıpransa da, özü sürekli sağlam duran, hep diri ve dinamik kalan milli ve manevi şuur ve bu şuurun hazır ve nazır tuttuğu çekirdek oluşumların ismidir.

Şu tespit ve tahliller oldukça anlamlı ve ufuk açıcıdır:

‘Derin Devlet’ işte bu değişmeyen ‘ruh’ gibidir. Hegemonya (hâkimiyet) tarzını, yaşamın temeli haline getiren, bütün toplumsal çelişki ve çatışmaları bastırarak üstte duran ve bizatihi otorite, hiyerarşi ve gelenek olarak ekonomik-politik ve kültürel yeniden üretim süreçlerinde içkin bir ‘töz’ yani değişmeden kalan “öz” yerindedir. “Derin Devlet” Devlet’ten daha fazla bir şeydir, çünkü ‘Devlet’ yani ‘Modern Ulus Devlet’, son tahlilde bir yönetme aygıtı gibidir. Derin Devlet ise, sadece mükemmel bir yönetim tarzı değil, aynı zamanda bir yaşayabilme (varlığını sürdürebilme) yöntemidir. Ve bu ‘aynı zamanda’ olan hedefi, yaşadığımız toprakların insan tipini ve yaşamı algılama biçimini belirlemektedir.

‘Derin Devlet’, hegamonik özelliğiyle, yani otorite, iktidar ve güç ilişkilerinin hemen tüm toplumsal ilişkilerde belirleyici oluşuyla ‘görünür’ bir gerçektir, gizli değildir. Başka bir ‘görünümü’ ise, milli ve gerekli bir hiyerarşidir. Gökten yere inen merdiveniyle sadece doğa olayları değil, sosyal olaylar bile bir ezoterik (sadece ehlince bilinen gizlilik) hiyerarşisi içinde algılanagelmiştir. Belki de bu nedenle ‘hak’ ve ‘adalet’, Anadolu topraklarında bu değişmez hiyerarşiye rağmen ve bununla birlikte bir ‘denklik’ ve denge kurma istemi olarak anlaşılıp yürütülegelmiştir.

“Derin Devlet”in diğer ‘görünüm’ünde ise, değişerek süren gelenek, her düzeyde egemendir. İnsanların kılık kıyafeti değişir, çevresi ve mesleği değişir, ama her değişiklikten sonra temel düşünme ve davranma biçimi aynı kalıp sürmektedir. Devlet’in rejimi değişir, coğrafyası değişir, hatta halkı değişir, yönetici elitleri değişir; ama bin beş yüz yıl önceki Asr-ı Saadet’in ve 100’lerce yıl önceki Osmanlı sisteminin ana politikaları, dost ve düşman algılamaları, güvenlik, mülk ve din anlayışı bugün dahi aynen devam etmektedir. Modernleşme süreci, yeni uluslararası sistemsel değişiklikler, savaşlar, iç savaşlar, tabii ki Devletin Derin ‘ruhu’nu da etkilemektedir. Süreklilik dinamiği, her yeni durumda refleks vermekte ve sadece bir ‘görüntü değişimi’ gündeme gelmektedir. Dünyanın ‘değiştiği’, eski olanın sürekli tasfiye olduğu bir gerçektir. ‘Derin Devlet’, işte bu değişimleri algılayarak değişebilen, bir töz, ruh ya da refleksler toplamı olarak, adeta canlı bir organizmanın yaşamsal içgüdüleri gibi varlığını sürdürebilmek için düşünen ve davranan bir metafizik entitedir (gizemli bir hakikattir).

Derin devletin ruhu; tabii ki öncelikle ve asıl olarak ‘Devlet’ aygıtında gizlidir. Devlet aygıtı, temel kurumları ve politikalarını bu ‘ruh’la donatıverir. Bu anlamda ‘reel devlet’, ‘derin devlet’in evidir, bedenidir, formudur (yani zahiri şeklidir). Ancak, ‘normal şartlar altında’ ‘devlet cihazı’, her devlet gibi işlemektedir. Büyük kriz ve bunalım dönemlerinde ya da üstesinden gelinemeyen sorunlar baş gösterdiğinde ‘derin devlet’ açığa çıkıp görevinin gereğini yerine getirir. Gün olur, 2. Abdülhamit’in dış politikasında kendini gösterir, gün olur Jöntürkler ve İttihat ve Terakki’de temsil edilmektedir. Örneğin, Teşkilat-ı Mahsusa, bir derin devlet refleksidir. Meşrutiyetin ilanı ve Milli Mücadele de, derin devletin bir başka tezahürleridir. Cumhuriyeti kuran irade, demokrasiye geçiş, NATO ve batı tercihi, ‘derin devlet’in yönelimleridir. (Ve tabii derin devletin, dış destekli kirli hain ellerde mi, yoksa, milli ve yerli düşüncenin hizmetinde mi olduğu konusu önemlidir.) İddia edildiği gibi, bir dönem Güneydoğu’da PKK ile savaşan kontrgerilla timleri de, derin devlet değil, sıradan bir reel devlet politikası gereğidir. Ama Güneydoğu Kürt nüfusunu batıya göç ettiren ‘irade’ derin devlet iradesidir. Çünkü muhtemel bir iç savaşın koşulları sezilmiştir. Yine, Başörtüsünü yasaklayan ‘güç’ derin devlet değil, reel devleti kuşatmış olan batı destekli oligarşidir. Tam tersine, bin yıl sonra ‘millet’in çocuklarını ‘oyun’a katmaya ve özellikle kadınları ‘milli değerler’le kamusal alana çıkacak tarzda donatarak batıcılığa fazla eğilerek ‘denge’si bozulmuş toplumsal yaşamı yeniden dizayn etmeye yönelen eğilim derin devlettir. Ancak sanıldığı gibi askeri darbeleri, ‘derin devlet’ yapmaz, çünkü Derin Devlet, bir şey yapan bir odak ya da kurum değildir. Askeri darbeleri ya Milli düşünceli, ya dış destekli bazı askerler yapsa da, derin devletin müdahalesi ve manipülesi kesindir. ‘Derin devlet’, ‘reel devlet’ ve toplum içindeki krizlerin ülkeye zarar vermeden çözülmesine dönük bir irade beyanı kabul edilmelidir. Uzak ve derin tehditleri sezme kabiliyeti, kalıcı ve boyutlu tedbirleri alma yönelimi, temelleri sağlam tutma ve vazgeçilemeyecek olanı koruma sigortası gibidir. Bu nedenle derin devleti yanlış adreslerde ve yanlış tanımlarla algılamak, esası gözden kaçırmak ve yanılgılara düşmektir.

Örneğin, derin devlet, tanımladığımız anlamda, hiçbir askeri darbede açığa çıkmamıştır. Tam tersine her darbe sonrası tasfiye olunan, “Derin Devlet” ruhundan izler taşıyan eğilimler ve kesimler olduğu bir vakıadır. Çünkü özellikle 28 Şubat gibi dış tertipli her darbe sonrasında, devletin milletle bağları daha da zayıflamış ve oligarşik ilişkilere daha açık hale geldiği ortadadır. (Ve tabii, milli derin devlet de bu arada elbette boş durmamış karanlık ve art maksatlı darbeleri hayırlı yönde değiştirmeyi başarmıştır.) Bu anlamda dış destekli ‘Askeri Darbe’lerin ardından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, darbe sonrası sivil iradeye geçişi, Derin Devletin müdahaleleri olarak okunabilir. Çünkü ‘Devlet’ hiç kimseye, hiçbir kuruma, hiçbir kişi ya da ideolojiye tapulu değildir. Devlet, son tahlilde, millete tapulu, derinlikli ve dengeleri gözetici bir teşkilattır. Ve ‘Osmanlı Ailesi’ dahi, 600 yıl boyunca sadece sembolik bir sahiplik yapmıştır. Hain çeteler ve kirli şebekeler bazen hareket ordusu olarak gelip Abdulhamit’ten mührü alır, milliler Mustafa Kemal olarak Vahdettin’den tapuyu alır, bazen masonlar, güya millet adına Demokrat parti olarak CHP’den iktidarı alır. Bazen, Amerika’ya, Siyonist hegemonyaya, satılık ve marazlı medyaya rağmen, Deniz Baykal gibileri gerektiği kadar CHP’nin başında kalmayı başarır. Yani ‘Derin Devlet’, hem devlette hem millette yaşayan uzun vadeli ve huzur garantili değerler halinde, bazen milletin ortalamasının eğilimleri, bazen devletin bir stratejisi ya da bir devlet kurumunun refleksi halinde ‘aktif’leşip ortaya çıkmaktadır.

‘Türkiye’yi boş bir tarla sanmak, elbette tarihi bir yanılgıdır. Türkiye’nin reel devleti, kendisi istese de istemese de Osmanlı İmparatorluğu’nun en geniş sınırlarında ‘toplanma’ içgüdüsü olarak derin devleti taşımaktadır ve bu coğrafyayı elde tutmanın …Devamını okumak için tıklayınız.

 


[1] Bir Kopmlo teorisi / Oya Baydar / T24.com / 25 04 2018

[2] Erdoğan çok kızgın / Soner Yalçın – Sözcü – 25 Nisan 2018

[3] Ahmet Özcan / Yarın Dergisi / Kasım – 2002

[4] Sabah / 02-03 & 02-04 2005

[5] Sabah / 04-06 & 2005

[6] Mahir Kaynak / Star Gazetesi / 05.04.2005

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.