AKP ACI AKIBETİNE KOŞUYORDU!

896
Paylaş:

2 Kasım 2018

Milli Çözüm Dergisi tam 14 sene önce AKP’nin içyüzünü ortaya koyuyordu!

      

AKP ACI AKIBETİNE KOŞUYORDU!

      

Varlıklı bireyler, bağış yapan vakıflar ve sosyal sorumluluk sahibi şirketlerden oluşan küresel bir ağ olan Dünya Müslüman Hayırseverler Kongresinin, güya sosyal ihtiyaçları karşılamak ve hayırseverliği stratejik olarak yaygınlaştırmak üzere finans ve insan kaynaklarını harekete geçirmek amacıyla oluşturulduğu vurgulanmaktaydı. Oysa bu kongre kapsamında iki yılda bir toplanan Küresel Donörler Forumu ise ırksal, dinî ve siyasi ayrımların ötesinde sosyoekonomik değerler oluşturmayı amaçladığı savunulsa da aslında “Başka hastalara kök hücre üretilsin diye “ilik” bağışlama kampanyası ve hayırseverlik kılıfı geçirilmiş küresel bir organ mafyası konumundaydı. Zaten Küresel Donörler Forumu’nun başkanının Paul Palmer isimli bir Yahudi olması her şeyi açıklamaktaydı. Ayrıca bu organizasyonun Londra Belediyesinin ev sahipliğinde ve meşhur masonik adres “Mansion House”de yapılması da enteresandı.

Çünkü Emine Erdoğan’a “İnsani Hizmet Takdir Ödülü”nü verenler, Siyonist bağlantılıydı!

Emine Erdoğan, İngiltere’nin başkenti Londra’da düzenlenen Küresel Donörler Forumu kapsamında “İnsani Hizmet Takdir Ödülü” almıştı. (12 Eylül 2018) Dünya Müslüman Hayırseverler Kongresi’nin (World Congress of Muslim Philanthropists) Londra’da düzenlediği Küresel Donörler Forumu kapsamında verilen “Hayırseverlik Mirası Ödülleri”nden “İnsani Hizmet Takdir Ödülü”, Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’a aktarılmıştı. Londra Belediyesinin ev sahipliğinde Mansion Houseda düzenlenen törenle ödülünü alan Emine Erdoğan, burada yaptığı konuşmada, “Soykırımlar, tecavüzler, ayrımcılıklar cüretkârca işlenirken, onurlu duruşların sesi ne yazık ki yeterince güçlü çıkmıyor.” ifadelerini kullanmıştı. Türk milletinin güçlü bir vakıf geleneği bulunan hayırsever bir toplum olduğunu ifade eden Erdoğan, Türkiye’nin sadece mültecilere yardım etmekle kalmadığını, Afrika ülkelerinden Gazze’ye kadar pek çok coğrafyaya yardım eli uzattığını hatırlatmıştı. “Bu anlamlı ödülün gerçek sahibi ülkemdir, devletimdir, milletimdir” diyerek Türkiye’nin milli gelire oranla dünyada en çok insani yardım yapan ülke olduğunu hatırlatan Erdoğan, “Bu akşam burada şahsıma tevdi edilen insanlığa hizmetin takdir edilmesi ödülünü, insanlığın vicdanı olan işte bu aziz millet adına alıyorum. Bana hayatım boyunca onur verecek olan bu anlamlı ödülün gerçek sahibi, din, dil, ırk ayrımı yapmaksızın, nerede bir çığlık varsa yüzünü oraya çeviren ülkemdir, devletimdir, milletimdir.” şeklinde bir konuşma yapmıştı. “Farklı olanı, ötekileştiren değil, zenginlik kabul eden büyük bir medeniyetin mensuplarıyız.” diyen Emine Erdoğan sözlerini: “Sevinçlerimiz kadar acılarımız da ortak. Birimizin canı yandığında, diğerimiz de bunu hissediyor. Bir vücudun azaları gibiyiz. Dünyanın bir köşesinde acı varsa, bu yüreğimize dokunuyor, içimizi sızlatıyor. Sizler, kapitalizmin insan ruhunu duyarsızlaştırdığı bir dünyada, merhametin, vicdanın sesi olmaya çalışıyorsunuz. İnsanlığın yüklerini omuzlama derdinde olan asil ruhlarınız, biliyorum ki hayırseverlik duygularıyla mayalandı. Dünyanın son yıllarda bu çabaya gerçekten çok ihtiyacı var.” diye tamamlamıştı.

“Zarfa değil, Mazrufa bakmak lazımdı!”

Yani, hoş ve boş lafların değil, perde arkası odakların üzerinde yoğunlaşmak zamanıydı!

Evet Emine Erdoğan bu sözleriyle bazı gerçeklere hem de güzel cümlelerle tercümanlık yapmıştı. Ama başkanı Yahudi olan ve küresel ilik ve organ mafyasının hayırseverlik kılıflı bir organizasyonu sayılan “Küresel Donörler Forumu”nun himayesinde ve ev sahipliğinde gerçekleşen bu güzel konuşmalar sonuçta kime yaramaktaydı ve hangi zulüm ve sömürü çarkını yağlamaktaydı? Rahmetli Erbakan Hocamızın benzetmesiyle bu tavır Havra’da namaz kılmaktan ve Siyonist hahamlara müezzinlik yapmaktan farksızdı!” Yani avcıların yabani keklikleri tuzağa çekmek için eğitip yararlandıkları “evcil keklik” konumundaydı.

İngiliz Financial Times Gazetesinin dış haberler editörü David Gardner, gazetenin internet sitesinden yayımlanan yazısında, Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan’ın önümüzdeki haftalarda vermesi gereken bazı ciddi kararlar olduğunu yazmıştı (Eylül – 2018). Türkiye ekonomisindeki ve dış politikasındaki son gelişmelerin değerlendirildiği yazıda Gardner, Erdoğan’ın ABD’nin tehditlerine ve Rusya’nın taleplerine nasıl cevap vereceğini artık kararlaştırması gerektiğini hatırlatmıştı. Gardner’a göre birkaç hafta içindeki verilecek bu kararlar, Türkiye’nin ekonomik istikrarına ve güvenliğine gerçek tehditlerin yöneldiği bu dönemde “jeopolitik olarak nereye oturduğuna” karar vermesine yardımcı olacaktı. BBC Türkçe’nin aktardığına göre, Gardner’ın yazısında: “Brunson’un ABD’ye Barış Hediyesi Olarak Sunulacağını” vurgulamıştı.

“Türk Lirası’nın yıl başından bu yana ABD Doları karşısında yüzde 40 değer kaybetmesine ve şirketlerin dış borcunun artmasına neden olan kur krizi şimdilik duruldu. Ancak, NATO üyesi Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasına, İran’a yönelik yaptırımları kırmasına ve ABD’li Pastör Andrew Brunson’u terör suçlamasıyla hapiste tutulmasına kızan ABD, Türk bakanlara ve Türkiye’den ithalata yönelik cezalandırıcı adımlar atıyordu ve Türk ekonomisinin en kırılgan olduğu dönemde yeni adımlar atmaya da hazırlanıyordu… “

Gardner, 12 Ekim’de yeniden hâkim karşısına çıkacak olan Pastör Brunson’un serbest bırakılabileceğine dair spekülasyonların arttığını ve Erdoğan’ın geri adım atacağını da yazmıştı:

“Cumhurbaşkanı Erdoğan geçen yıl Brunson’un tutukluluğu ve Fetullah Gülen’in Türkiye’ye iadesi arasında bağlantı kurmuştu. Darbe girişimi sonrası muhaliflere yönelik girişilen ‘temizlik’ göz önünde tutulduğunda, Erdoğan’ın Türk yargısının bağımsız olduğuna dair taahhüdünü çok az kişi ciddiye alıyordu. Birçokları Pastör Brunson’un ABD Başkanı Donald Trump’a barış hediyesi olarak sunulacağını düşünüyordu… Erdoğan hafta başında meclis açılışında yaptığı konuşmada Brunson davası ve Suriye’de Kürt PYD güçlerine verdiği destek nedeniyle ABD’ye çıkışmıştı ama bu oldukça sıkıştığını yansıtmaktaydı. Geçmişte Erdoğan’dan yana esen rüzgârlar sonunda serinkanlı bir diplomasi getiriyordu, ancak Erdoğan’ın şu anki ruh haline bakılırsa artık durum farklıydı. Washington’ın kızgınlığı, Türkiye’ninkinden çok daha fazlaydı ve Erdoğan geri adım atmak zorundaydı!”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD dönüşü Almanya’ya yaptığı ziyareti de hatırlatan Gardner, Erdoğan’ın Avrupa Birliği ile ilişkilerini yeniden ateşlemek istediğini de aktarmıştı:

“Erdoğan Avrupa’dan ciddi bir yatırım umuyordu ve ülkedeki 3,5 milyon Suriyeli için daha fazla yardım bekliyordu. Ama Erdoğan elindeki jeopolitik (ve ekonomik) toplarla oynarken, izlediği tek adam yönetimi sallanıyordu. Tüm gücü elinde tutan Erdoğan, hangi kaldıracı nerede kullanacağını bilen herkesi çevresinden uzaklaştırıyordu. Eski hükümetlerindeki liberal ve laikleri, kendi partisinin kurucularını, on binlerce Gülen’ciyi ve kamu sektörünün üst kademelerini görevden alıyordu. Bu yüzden Türkiye bazı çok kritik kararların eşiğinde bulunuyordu. Buna bu sistemle mi yola devam edileceği yoksa sistemin modifiye mi edileceği sorusunu da katmak gerekiyordu. Türkiye’nin düşünen insanlarının yeniden bir araya gelmesi icap ediyordu. Aksi halde bu bölünmüşlüğün altından kalkılması zor görünüyordu!”

Bunca girişten sonra, tam 14 sene önce Milli Çözüm Dergimizde yaptığımız saptamalarda ne denli haklı çıktığımız, Milli duyarlı ve tutarlı tavrımızda asla yanılmadığımız bir kez daha ortaya çıkmaktadır.

Siyonist sermayenin; yani ve “meşhur ve mel’un bazı Yahudi aktörler”in nihai amacı olan “Küresel Krallıka giden yolda en önemli merhalenin; Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi olduğu biliniyordu. Uzun bir süreden beri altyapısı hazırlanan bu plan; NATO’nun geçirdiği mutasyonlardan ve ABD’nin karizmasını çizen “11 Eylül Miladı”na; buradan da “Çok sinirlendim! Ama aynı karşılığı verip ‘kaka çocuk’ olmaktansa, durun siz ‘haydut devletler’e diktatörlükten beter bir ‘demokrasi’ getireyim!” diyen “şeytani deha”ya kadar son derece sinsi ve şeytani bir profesyonellikle uzanıyordu. Ve arka planı, ancak “global emperyalizm” şeklinde yumuşatabileceğimiz bir “ilkel sömürü anlayışı”na dayanan bu “karanlık plan”ı sahneye koymada en etkili metot olan “siyasi komplikasyonlar (karmaşık oluşumlar; sağcı, solcu ve İslamcı kesimlerin karıştırılmasıyla ortaya çıkarılan dış güdümlü yapılanmalar)” da kesintisiz devam ediyordu.

Bu Küresel İrade(!) “Siyasi seçeneksizlik ortamı”nı hazırlarken, acaba devleti koruması gereken “siyasi figüranlar” ne yapıyordu?

Söz konusu “uluslararası siyasi komplikasyonlar”ın Türkiye’deki yansımalarına bakıldığında; “siyasi pusula”nın “küresel parametreleri ve Siyonist hedefleri” işaret ettiği kolaylıkla anlaşılmaktaydı. Zira uzun bir süreden beri itina ile hazırlanan “siyasi seçeneksizlik ortamı”; tamamıyla bu “küresel göstergeler”in bir “ana ürün”ü durumundaydı. İşe zemini temizleyerek ve Milli Görüş’ü tasfiye ederek başlayan “zehirli zekâlar”, Büyük İsrail hayali uğruna kazma sallamaya devam ederken; siyaset gömleğini sözde “Halka hizmet Hak’ka hizmettir!” “düstur”u eşliğinde büyük bir eda ile giyenler ise, dış güdümlü “Türk Siyaseti’nin determinist (sahte gerekçeçi ve mazeretçi) hastalıkları” şeklinde tanımlanabilecek “kemikleşmiş sorunsallar”ı sergilemeye devam ediyorlardı.

Aslında “nüfus”, “halk”, “ana kitle” anlamına gelen “population” ifadesinden gelen ve halkın ihtiyaç, beklenti ve söylemlerini ön plana almak şeklinde hayli pozitif bir anlama tekabül eden “popülizm”in, bugünün Türkiye’sindeki karşılığı acaba neydi? Söz konusu temel sorunun yanıtı, tahmin edileceği üzere hiç de ümit verici bir renkte değildi. Zira, aslında halkın beklentilerini ön plana almak anlamına gelen “popülist ilke”, Türkiye’de son derece geniş çaplı bir deformasyona uğratılarak; en net tanımlamayla “iktidara giden yolda halkın gönlünü okşayıcı söylemlerle edebiyat parçalayıp ve şahsi çıkarlarını amaçlama aktivitesi”ne dönüştürülmüş vaziyetteydi. Pratikte ise bir avuç rant vampirinin ekmeğine yağ süren söylemlerin ötesinde hiçbir hayırlı netice görülmemekteydi. Hal böyle olunca, “popülist söylemler aracılığıyla ümitleri yeşertiliyor gibi yapılan geniş kitlenin verdiği oy desteği” ile “iktidar gücü”ne erişenlerin, temsilcisi oldukları halkı hüsrana uğratmaları da gayet doğal bir neticeydi. Bu “toplumsal hüsran”ın somut açılımları ise; “kadrolaşma”, “yolsuzluk”, “sanal gündem oluşturma” ve “icazet – hükümet denklematiği içerisinde dış kaynaklı güçlere tabi olma” gibi hayli büyük tehlikelerle uzayıp gitmekteydi. Yani en açık ifade ile, “küresel aktörler” siyaseti “araç” kılıp, şeytani sistem inşası için zemini temizleme gayretlerini sürdürürken; bizimkiler de kuzu kuzu yola gelip bindikleri dalı kesmeye devam ederek, kendilerine uzanan oltaları hayli sıcak tebessümlerle yutuvermektelerdi.

“Uluslararası Siyasi Dalgalandırmalar”ın Perde Arkasındaki Plan; Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi! olmaktaydı.

Gelecekte Türkiye’yi bekleyen siyasi süreci tahmin edebilmek ve yakın plan verebilmek için, Türk Siyaseti’nin müzmin marazları denebilecek “determinist hastalıklar” ile kurgudaki “sabit değişkenler”le birlikte, dünya coğrafyası üzerinde “küresel güç olma yönelimleri”ne paralel seyreden “stratejik denklem”e ve mevcut denklemdeki çıkar ilişkilerine bakmak gerekirdi. Zira Türkiye’deki “siyasi pusula”nın gelecek haritasını belirleyecek olanlar; Türkiye Siyaseti’ne dâhil oldukları zannına kapılan “askeri rozetliler” değil, dünya gündeminde yer alan “jeo-politik ve jeo-stratejik projeler”dir. Bu bağlamda ABD – İsrail – İngiltere Üçlüsü, Avrupa Birliği, Rusya, Çin, Hindistan gibi güç dengelerinin “Soğuk Savaş Sonrası Dönem”deki konumlarına bakılacak olunursa; bu ilişkiler ağını en çok etkileyen asli unsurun PNAC, yani “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” olduğu görülecekti. “Vaat Edilmiş Topraklar”, “Evanjelizm”, “Siyonizm-Judaizm”, “Kabala Felsefesi’nden Hareket Eden Siyonist Hareketi” ve “Sabetayizm” gibi etkili teolojik veriler dahilinde “tek kutuplu” bir dünya düzeni var edilmeye çalışılmakta ve bu amaca giden yolda “Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi” gibi son derece somut ve geniş ölçekli bir planı sahneye sürmüşlerdi.

Samuel Huntington’un: “Medeniyetler Çatışması” ve Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” tezlerine paralel bir süreçte konuşarak “Amerika için ana jeo-politik ödül Avrasya’dır. Dünya olayları, beş yüz yıl boyunca; (Osmanlı gibi) bölgesel egemenlik için birbirleriyle dövüşen küresel iktidar peşindeki Avrasyalı Güçler ve halklar tarafından hazırlanmıştı. Şimdi Avrasyalı olmayan bir güç Avrasya’da öncüdür ve Amerika’nın küresel önceliği, doğrudan doğruya Avrasya Kıtası’ndaki hâkimiyetini ne kadar süreyle ve nasıl bir etkiyle sürdürebileceğine bağlıdır.” diyen Amerikan İdeoloğu Siyonist Zbigniev Brzezinskinin net söyleminden de anlaşılacağı üzere; “Küresel Kraliyet”in müstakbel mensupları, Avrasya Coğrafyası’nda adeta girilmedik yer bırakmayarak söz konusu bu “çatışma üreten bölge”yi (Ortadoğu’yu) kendi “küresel hesaplar”ına göre yeniden düzenlemeyi dönüşü olmayan bir mantıkla kesin olarak planlamış ve bu somut planı açıkça uygulamaya koymuşlardır.

Afganistan ve Irak’taki işgaller ile girizgâh yaparak ısınma turları atan ve söz konusu “organize hareket”in en önemli parçalarından biri olan ABD; Suriye’yi de iyice ve vahşice karıştırıp şimdi ise daha önce siyasi sürecine müdahale ettiği için rejimdeki sert iklimiyle “geçilmez bir kale” görüntüsü veren İran’a gelip dayanmıştır. İran’ı “Katı Humeyni Rejimi”ne kadar getiren siyasi kulvarda aslında ABD’nin “TP-Ajax” kod adlı Musaddık Operasyonu’nun büyük etkisi vardır. Zira siyasi kulvarda; Musaddık Çizgisi ile oynanmayıp, süreç doğal akışına bırakılmış olsaydı; şu an İran’da çok daha ılıman bir iklim hâkim olacaktı. Ancak kendi vatandaşı olan J. Kennedy’yi bile “demokratik takıntılar”ı sebebiyle Amerikan Ulusal Çıkarları’nı gerçekleştirmede bir engel olarak görerek devre dışı bırakan Siyonist merkezlerden, Musaddık Çizgisi’ne karşı doğalcı bir yaklaşım sergilemesini beklemek, pek de akılcı olmasa gerek! Hem de söz konusu olan belirleyici öğe, bugün de aynı konumda yer alan petrol iken…

“Türkiye’nin BOP Faturası”nda Siyasi Yansımalar!

Tüm bu veriler ışığında Türkiye’deki siyasi pusulanın işaret edeceği sonuç; Türkiye’ye “Büyük Orta Doğu Projesi” kapsamındaki yol haritası içinde biçilen role ve buna bağlı olarak sergilenecek “uyum sürecine” endeksli durumdadır.  Ve zaten AKP işte bu maksatla kurgulanıp iktidara taşınmıştır. Ancak “Ilımlı İslam Modeli”, “model ülke”, “cephe ülke”, “kilit ülke” gibi söylemlerle sırtı sıvazlanarak şimdilik “haydut devletler” kapsamına dâhil edilmeyen Türkiye’nin, açıktan bir düşman ilan edilmesinden çok daha fazla bedel ve beklenti ile karşı karşıya kalacağı ve Suriye’den kuşatılacağı da oldukça açıktır. Zira İran’daki Musaddık Operasyonu’nda General Fazlullah Zahidi’ye verilen “geçiş misyonu” bu sefer BOP kapsamında, şu ana kadarki performansından Edelman’ın da minnettarlığını belirttiği üzere hayli memnun olunan Org. Hilmi Özkök’ten istenildiği anlaşılmaktaydı. Nasıl ki General Zahidi içerideki bir adam olarak “planlı darbe operasyonu”nu omuzlamış ve yapılan plan dahilinde Şah Rıza Pehlevi’nin şartlı liderliğine kapı açmışsa, şimdi Türkiye’den de bir Müslüman ülke, yani hedef ülkelerin “içinden biri” olarak “küresel aktörlerden alınacak talimatlar” doğrultusunda hareket ederek; başta İran ve Suriye olmak üzere diğer Müslüman ülkelerin siyasi rejimlerinde bir “yumuşatıcı” işlevi görmesi dayatılacaktır. Neticede “Ilımlı İslam Modeli” denilerek Türkiye’ye pazarlanmaya çalışılan safsatanın en net tanımlaması budur! Yani Türkiye, Siyonist Amerika’nın Avrasya ve Ortadoğu hâkimiyetine Truva atı olmalıdır!?

Özetle; eldeki şu malzeme ile yani bugünkü yöneticilerle, bu sivil ve asker yetkililerle, Türkiye için bu temel stratejik verilerin uzağında bir siyasi model düşünmek maalesef hiç de gerçekçi değildir ve ülke uluslararası arenada, böylesi bir köklü planlar silsilesi ile baş etmeye çalışırken siyaset sahnesinde boy gösterenlerin çizdiği fotoğraf da oldukça iç karartıcıdır. Ve bu nahoş fotoğrafın önemli karelerine zoom yapılacak olursa, şu net sonuçlar göze çarpmaktadır… Devamını okumak için tıklayınız.

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.

    Bu makaleyi sesli olarak da dinleyebilirsiniz.