Şehitlerin Vuslatı ve Son Mesajları

1066
Paylaş:

Bangladeş’te hükümet tarafından kurulan uyduruk “savaş suçları mahkemesinde” yargılanan muhalefetteki Cemaat-i İslami partisinin lideri Motiur Rahman Nizami idam edilip Rahmeti Rahmana uğurlandı. Başbakan Şeyh Hasina tarafından 2009’da oluşturulan ”güdümlü” mahkeme mü’min ve muttaki bir mücahidi daha darağacında sallandırmış, bizde ise “Dünya Lideri” havaları atanların kılı bile kıpırdamamıştı.

İşte Şehit Motiur Rahman Nizami’nin Son Mektubu…

BEN GİDİYORUM!

Ben doğduğumda nikâh akdi gibi (kaderin hükmüyle) bağlanıverdiğim ve son nefes diye tayin edilen zamanı beklediğim buluşmaya gidiyorum.

Korkmuyorum. Ardımda pişmanlıklarım var ama (Hak yolunda başıma gelenlerden dolayı) üzgün değilim. Sadece kırgınım; (Allah’a, Hak dava arkadaşlarına ve mazlumlara verdikleri) sözünü unutanlara, kardeşinin elini tutmayanlara, düşeni kaldırmayanlara, Allah için gözyaşlarını sakınanlara, resimlerimizi “layk” için (ilginç ve geçici haber olsun diye) kullanıp gördüklerini yaşanmamış sayanlara, zalimin yanında durup mazluma timsah gözyaşları akıtanlara, kıyama kalkmayı kolay zannedip elindekini muhafaza etmek için bahane satanlara, ve ganimet alanlara kırgınım. Bu kırgınlıkla kavuşacağım Rabbime. Söyleyeceğim bunları ve şikâyetçi olacağım.

Vuslat bu; nerede buluşacağı belli olmuyor insanın. Bazen 14 yaşındaki bir kız çocuğunu Kudüs’te pazarda buluyor ölüm ve kafasına sıkılan bir kurşunla göçüyor. Tertemiz kanı elbisesine bulaşıyor ve huzura çıkmadan önce melekler yıkıyor onu. (Mü’minim diyenlere ve yetkili yöneticilere:)“Senin (masum ve mazlum) kardeşin benim. Bu (Siyonist) katillerle (ve işbirlikçileriyle) niye anlaşıyorsun?“ diyemiyor ama haliyle bunları haykırıyor!

Bazen vuslatına (Rabbine kavuşmana kendin) yürümen gerekiyor. Seni evinde bulsun istediğin buluşma için önce evinden (ve Allah’la aranıza giren her şeyden) ayrılman gerekiyor! Sonu görünmeyen bir yolu (vuslat aşkıyla ve) merakla yürümen gerekiyor. Yol bitip de deniz başlayınca acı acı yutkunmak serbest; suya atlamadan önce (boğulacağını bile bile gülümsemen ve ölümü öldürmen gerekiyor!) Bir kıyıya varıyor elbet denizin sonu; ama kıyıya ya canlı varıyorsun ya da cansız vuruyorsun.

“Benim evim sizin sinsi ve nefsi hesaplarınızdan daha anlamlıydı. Hırsınızdan büyüktü odalarımız. Niye yaktınız çocuklarımızın gözlerimizin önünde büyüyecekleri resimleri? Mutlu musunuz şimdi?” diyemiyorsun…

Bazen ölüm seni evinde de buluyor. Yangın çıkıyor ve birden dumanlar yükselmeye başlıyor. Zaten taş binada oturmasına izin verilmeyenlerin çabuk tutuşan evlerine ateş sıçrıyor. Bütün seslerin gökyüzünde toplandığını düşünürseniz günün her saati bir “ah” asılır Arakan’dan o gökyüzüne. Çocuklar ölür. Çıplak ayakları ve toza bulanmış yüzlerine bakmayın. Tertemiz gider onlar. Kadınlar ölür. Adamlar ölür. Yanarak ölür, kahırla ölürler. Cennet meyvesi pahalıdır. Kalp, asıl sahibine dönene kadar acır insan. Sonrası umman, kevser ve Hz. Peygamber (s.a.v)!

“Müslümanlar etle tırnak gibi midir gerçekten? Öyle ise haydi dirilin ve derlenin, bir bir sökülüyor tırnaklarımız. Etiniz acımıyor mu?” diyemezler…

Ahzab suresinde övülen adamlardan ve kadınlardan çok anlatabilirim size ama maalesef çabuk unutuyoruz. Sizin üzüldükleriniz için son diye yazılan haberlerin “son” olduğunu mu zannediyorsunuz? Acıyı onlar çekiyor da size pay düşmeyecek mi sanıyorsunuz? Ey daha ilkokulda öğretmene şikâyet edilmekten korkanlar! Sizi Allah’a şikâyet etmeye gidiyoruz. Her yaptığınızı ve gerektiği halde her yapmadığınızı… Her konuştuğunuzu ve haykırmanız gerektiği halde her sustuğunuzu… Her gördüğünüzü (boş ver bana ne deyip), her gözünüzü yumduğunuzu… Her oturuşunuzu, her kalkmanız gerektiği halde yerinize çakılıp durduğunuzu… Bir bir not aldım. Her şeyi Rabbimiz Taâlâ’ya anlatacağım.

Ben gidiyorum…

Ardımda bir fikir kalsın istiyorum. Zorla karşılaşınca ölüm korkusundan istikametini şaşıranlarla, Biz ölümden aynı şeyi anlamıyoruz. Bu bir imtihandı, kolay olacağını sananlar aldanmıştı. Sancısız olacağını, bedelsiz ve kurbansız olacağını sananlar yanılmış ve yarı yolda iken ayrılmıştı. Bu yola baş koymak, sonunda gerekirse bu uğurda o baştan vazgeçmek anlamındaydı. Bizim için karar aldıklarını zanneden ahmaklar vardı, oysa bu karar Allah katındandı. Siz kimsiniz ki..!

Kulları razı etmek için Yaratıcıyı üzecek değiliz!

Ben gidiyorum…

Benden önce giden arkadaşlarımın yanına, Rasulullah’ın yanına. Siz kalacaksınız. Kimin doğru olduğu benim gittiğim yerde çıkacak ortaya…

Ben gidiyorum…

Çeki düzen verin kendinize (Kur’an’a sarılın ve Hak davaya sahip çıkın!) Sıranın size de geleceğini unutmayın. Şehadetin şehid gibi yaşayanlara nasip olacağını, Allah’tan başkasına kul olunmayacağını hatırlayın her daim, ve buna göre davranın!..

Ben gidiyorum…

İbret alın bu yolculuktan. Bir araya geldiklerinde, hiçbir şey yapmasalar dahi sadece aynı anda ayaklarını yere vursalar bile dünyayı sallayacak kalabalıktaki sizler, Ey mü’min kardeşlerim! Sizin gözünüzün önünde yürüyeceğim ipe. Asla korku görmeyeceksiniz. Endişe sezmeyeceksiniz. Öfkemi de beraberimde götüreceğim.

Ben gidiyorum…

Dilerim bu gidiş size kim olduğunuzu (ne halde bulunduğunuzu ve bu halle ölürseniz nasıl bir akıbete müstahak olduğunuzu) hatırlatsın. Mazlumlar için ayağa kalkmanın (ve sorumluluklarınızı kuşanmanın) bir yolunu bulmanızı sağlasın. İpler adedince baş istense, ama deseler ki bu bedel (Hak ve adalet nizamının kurulması ve zulüm saltanatının yıkılması adına) kıyam içindir, az kalır giden başlar! Boşuna terk etmemiş olur canımız bedenimizi. Mükâfatını O’ndan biliriz. Sadece kalanlara ibret olmaması üzer bizi…

Size son sözlerim şudur;

“Her zaman batılın, zulmün ve haksızlığın karşısında ilmi mücadeleye devam edeceksiniz. Bir mü’min asla Allah’tan ümidini kesmez. Hayatınızın sonuna kadar Allah yolunda bir gaye ile görevinizi sürdüreceksiniz. Batılın tüm tuzaklarına ilim yoluyla cevap vereceksiniz. Kadınlarımızın ve çocuklarımızın yetiştirilmesine ve ahlâki prensiplerinize önem vereceksiniz. Cemaat-i İslami’de asla bir lider problemi yaşanmayacaktır. Durum ne kadar kötü olursa, işte o kadar iyi ve kaliteli liderler yetişecektir. Ben yaşlandım, zaten Rabbim her an canımı alabilir. Ben şehit olarak Allah’ın huzuruna gitmek istiyorum. Benim şehadetim ile beraber inşallah kutlu bir değişim başlayacaktır. Halkım ve dünya Müslümanlarından dua istiyorum. Eğer dünyada bir daha görüşemezsek, cennette görüşeceğimizi ümit ediyorum inşallah.”[1]

Motiur Rahman Nizami

Hz. Fatıma’nın Hayatı ve Vefatı

Bazı kaynaklarda Hz. Fatıma ile Hz. Aiyşe Validemiz aynı yılda doğmuşlardır ve yaşıtlardır. Hz. Aiyşe Validemizin doğum tarihini miladi 614 diye verenlerin yanılgısı O’nun Miladi 13 Tem. 678 (Hicri: 58) yılındaki vefat tarihiyle ortaya çıkmaktadır. Zira bu iki tarih arası, O’nun bilinen yaşını doldurmamaktadır. Bu nedenle Hz. Aiyşe ve Hz. Fatıma’nın doğru doğum tarihleri Miladi 605 yılıdır. Böyle olunca evlendiklerinde 18 yaşını doldurmuşlardır. (Bak: Ashab-ı Kiram’ın Meşhurları. Hayati Ülkü, Sebat Neşriyat Sh: 191 Ayrıca: Mevlana Şibli, Asrı Saadet, C.2 Sh: 147-151)

Hz. Fatıma, Medine İslam Devleti’nin temel sütunlarındandı. Hz. Peygamber’in narin ve nazenin kızı, Müslümanların 4. halifesi olan Hz. Ali’nin hanımıydı. Kerbela’da zulme baş eğmeyip sonuna kadar direnen ve şehadete ulaşan cennet gençlerinin efendisi olan Hz. Hüseyin’in ve zehirlenerek öldürülen Hz. Hasan’ın analarıydı. Kızı Hz. Zeynep ise zalimlerin yüzüne hakikati en net ve sert biçimde haykıracak kadar yüksek ve örnek bir yaratılıştaydı. Evet mütevazı hayatı, saygın yeri, etkinliği, hikâyesi, bıraktığı tesir ve oluşturduğu manevi miras itibarıyla -eğer tabir uygun düşecekse- Medine’nin en saygın Hanımefendisi herhalde Hz. Peygamberin kızı Hz. Fatıma’ydı.

Kız çocuklarının diri diri gömüldüğü coğrafyada Hz. Peygamber’in nübüvvetinden hemen sonra doğan Hz. Fatıma babasının en yakınıydı. Zira Peygamberimizin diğer kızları Zeynep 30 yaşında, Rukiye 21 yaşında, Ümmü Gülsüm ise 26 yaşında vefat edip bu dünyadan ayrılmışlardı. Böylece Resulüllah’ın ilgi ve sevgi odağı Hz. Fatıma’da yoğunlaşmıştı. Zaten Hz. Peygamberimizin oğullarından Kasım 2, Abdullah ise 3 yaşında vefat buyurmuşlardı. Bundan dolayı olsa gerek Hz. Peygamber için Fatıma, hem anne, hem evlat, hem dert ortağı, hem torunlarının annesi ve hem de Medine’nin çilekeş kadınıydı. O, en zor günleri Muhterem Babasıyla birlikte yaşamıştı. Mekke’de -Kâbe’de- Peygamberimizin üzerine devenin işkembesini koyarak eziyet ve alay ettikleri o çetin günde, babasının üzerindekileri narin elleriyle ve ağlayarak savuracaktı.

Allah’ın Resulü O’na “Babasının anası” diye hitap buyururlardı. Hatta bazı alimler Kevser Suresi’nde anılan “Kevser”i Hz. Fatıma olarak yorumlamışlardı. O içeri girerken Hz. Peygamber ayağa kalkar ve onu ayakta karşılardı. Bir seferinde “Baban sana feda olsun”, başka bir seferinde de “O, Benden bir parçadır. O’nu üzen Beni üzmüş sayılır. O, kadınların ulusudur” diyerek sevgi boyutunu anlatmıştı. Medine’nin bu çilekeş mü’mine ve mücahide hanımefendisinin kendi halinde bir hayatı vardı. Mütevaziydi… Devamını okumak için tıklayınız.


[1](Ahmet Akgül Hocamızın tercüme ve düzeltmesi esas alınmıştır.)

[2] Milli Gazete -İbrahim Halil Er

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.