PROF. CELAL ŞENGÖR’ÜN SAPKINLIĞI VE FESATÇILIĞI

1210
Paylaş:

14 Kasım 2018

Prof. Celal Şengör (ki ateist ve dinsiz olduğunu kendisi söylüyor) konuk olduğu “Sinan Çiftçi İle Genç Gündem” isimli programda, güya, “Kur’an’ın bilime aykırı olduğu” iddiasını “Akıl ve Bilim” isimli Youtube kanalına atılmış olan 3 dakika 18 saniyelik videoda ispatlamaya çalışmıştı. Mesela, Kur’an diyor ki: Efendim, “Biz dağları, karaları zelzeleden korusun diye yarattık. Ama tam tersi, tam tersi. Dağların olduğu yerde müthiş zelzele olur. Canına okur karaların. Dağ olmadı mı, dümdüz yerlerde zelzele olmaz, kretondur”… Bir tane (yanlış) olması yeter. Yani, “Bu kitabı (Kur’an’ı) indirdi” dediğin, tüm kâinatı yarattığına inandığın, her şeyi bilen Tanrı, hata yapar mı?”[1] demişti.

Bu şahıs, kendi dinsizliğine bilgiçlik kılıfı geçirip, toplumu fesada verme ve mü’minlerin kafalarına şüphe tohumu ekme peşindedir. Oysa Yüce Yaratıcıyı ve Kur’an-ı Azimüşşan’ı inkâr etmek (kâfirlik), çok açık bir beyinsizlik alametidir, koyu bir gaflet ve cehalet halidir. Hücrelerden galaksilere bu muhteşem kâinatın ve harika yaratılışın kendiliğinden ve tesadüfen meydana geldiğini söylemek, hem akılsızlığın, hem de ahlaksızlığın temelidir.

Bu nedenle kalkıp; dağların sarsıntıları önlemediğini, sadece yeri sabitlediğini söyleyip, Nahl 15, Enbiya 31 ve Lokman 10. ayetlerinin bilimle çeliştiğini iddia edenler hem yanılmaktadır, hem de bilimsel gerçekleri çarpıtmaktadır.

Önce bu konuyla ilgili Kur’an ayetlerine dikkatle bir bakalım:

“(Dünya süratle dönerken) Sizi sarsıntıya uğratmasın diye, yer(küre)de (balans ağırlık kurşunu gibi) sağlam dağlar bıraktı; (ayrıca yararlanmanız için) ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki hidayet olunur (yolunuzu bulur)sunuz diye (bunları meydana getirmiştir).” (Nahl: 15)

“Yeryüzünde onları sarsmasın (süratle dönen dünyanın dengesi bozulmasın) diye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye (karada, denizde ve havada) geniş yollar açtık.” (Enbiya: 31).

“Gördüğünüz gibi O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, arzda (dünyada) da, sizi (hızla dönerken) sarsıntıya uğratmasın diye sarsılmaz dağlar bırakmış ve orada her canlıdan türetip yayıvermiştir. (Ayrıca) Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik. (Lokman: 10).

Bu ayetlerin -konumuzla ilgili- ortak vurgusu; “yerküresinin hareketiyle (yani kendi ekseni etrafında hızla dönerken) insanları sarsmaması için, yeryüzüne sabit dağların konulmasıdır.”

Bu ayetlerin asıl Arapça metninde, dağlar –“cibal” olarak değil-, “Revasî” sözcüğüyle ifade edilmiştir. “sarsıntı”yı ifade eden kelime ise “Meyd” kökünden gelen –Made-Yemîdu- “Temîdu” fiilidir. “Revasî” kelimesi, “Resv” veya “Rüssuv” kökünden gelen “er-Rasî” kelimesinin çoğul halidir; bir yerde sabit olmak, bir baskı unsuru olmak, bir yere yerleşmek manalarına gelmektedir. Genel bir vasfı olması nedeniyle bu ayette dağlar için kullanılmıştır.[2] 

Önce bu ayetlerde söz konusu edilen sarsıntıyı, kısmî/lokal olarak meydana gelen normal deprem olayından ziyade, ilk yaratıldığı jeolojik devirlerde, bütün bir küre olarak yerde meydana gelen sarsıntıyı anlamak gerekir. Nitekim, bazı tefsirlerde yerküresinin bu sarsıntısı, denizde alabora olmak üzere olan geminin sağa-sola hareket ederek maruz kaldığı sarsıntıya benzetilmiştir.[3] 

Meşhur Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’ın aşağıdaki açıklaması da bu gerçeği desteklemektedir.

“Halbuki onları yaratan biz, o yeryüzünde kendilerini sarsacak diye ağır baskılar yaptık. Yani gökten ayırdığımız ve üzerinde kendilerine sudan hayat verdiğimiz insanları, yerküresi hareketiyle çalkalayıp sıkıntıya sokmasın, sakin olacak yer bulsunlar diye, o yeryüzünde suya karşılık sulb oturaklı kıt’alar (omurgaları derinliklere gömülmüş parçalar, yani) dağlar meydana getirdik. Bir düşünmeli ki, yeryüzü, sıvı bir halde kalsaydı ve yer hareket ettikçe insanlar çalkanıp dursaydı ne büyük sıkıntı olurdu. Toprak kütlesinin yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile, bu sıkıntı bertaraf edilip, yeryüzü insanların yaşaması için oturulabilir bir hale getirildi.” (Enbiya, 31. ayetin tefsiri).

Amme (Nebe’) Sûresinin 7. ayetinde yer alan “Dağları direkler yaptık” meâlindeki cümleyi tefsir eden Bediüzzaman, mecaz penceresinden ayetin manasını birkaç yönden açıklamaya çalışması, ayetin değişik gerçeklere işaret ettiğini göstermektedir:

Birincisi: Yerküresi feza denizinde bir denizaltı gemisi gibi yüzmektedir. Bu denizde rotayı şaşırıp alabora olmaması için dağlar, geminin birer demir ve direkleri olarak var edilmiştir.

İkincisi: Yerküresinin iç kısımlarında meydana gelecek sıkışmalar anında, yerin kendi ekseninden çıkmaması için dağlar vasıtasıyla nefes almaktadır. Buna göre dağlar, yerküresinin birer nefes bacası hükmündedir.

Üçüncüsü: Yeryüzünün en önemli sakinleri insanoğludur. İnsanların hayatında en önemli unsur ise su, toprak ve havadır. İşte bu üç unsurun temizliği ise dağların sayesindedir. Çünkü dağlar, toprağı erozyondan, denizler tarafından istila edilmekten ve havayı kirlilikten koruduğu gibi, suyu da güzelce saklayıp depo etmektedir.

Dördüncüsü: Dünyanın dağları vasıtasıyla adeta ufuklarla bitişik olduğunu göstermesi, yerküresine bir çadır görünümünü kazandırmıştır. Özellikle çadırlarda yaşayan veya öyle bir hayatı tasavvur edebilen kimseler, eğer edebi sanat zevkine sahip ise, dağları yerküresi çadırının birer direk ve kazığı şeklinde düşünebilecektir.[4] 

Bazı uzmanların belirttiğine göre, jeolojinin dağlar hakkında söyledikleri, yukarıda verdiğimiz bilgilerle tam bir paralellik içindedir. Bu bilgilere göre, dağların özelliklerinden biri de yeryüzündeki büyük yer tabakalarının uçlarında yükselmesi ve bu tabakaları birbirine eklemesidir. Bu özellikleriyle dağlar, tahtaları bir arada tutan çivilere benzetilmektedir. Bunun yanında dağların yer kabuğunda yaptığı basınç, dünyanın merkezindeki mağma hareketlerinin etkisinin yeryüzüne ulaşarak, yer kabuğunu parçalamasına engel teşkil etmektedir.

Yine uzmanların bildirdiğine göre, dağların depremle yakın ilişkisi vardır, şöyle ki; depremler gerilim altındaki yer katmanlarının kırılması sonucu açığa çıkan enerjinin, yer kabuğunca sismik dalgalar halinde iletilmesinden oluşur. (Bir cetvelin ucunu iyice gerdirip bırakınca oluşan dalgalar gibi.) Bu dalga hareketi yer kütlesinin bu enerjiyi tedricen soğurması sonucu gittikçe zayıflar ve belli bir mesafeden sonra söner; bu aynen göle atılan bir taşın oluşturduğu dalgaların, gittikçe zayıflayarak sönmesi gibidir. Fen bilimlerince sabittir ki; doğrusal harekete olan direnç, kütle ile ve dönme hareketine olan direnç de kütle ile beraber, kütlenin dönme ekseninden olan mesafesinin karesiyle orantılı vaziyettedir. O yüzden, belli bir kuvvetin etkisi altında ve belli bir enerji ile belli bir yönde hareket eden bir dalga, büyük bir kütleye rast gelince, enerjisinin bu kütleye dağılması sonucu zayıflayıp sönmektedir.

İşte dağlar, ayetlerde dikkat çekildiği gibi, devasa kütleleriyle deprem esnasında bu tür bir damper görevi üstlenmektedir. Örnek olarak, uzunca bir ipin bir ucunu ileri geri hareket ettirerek oluşan dalga hareketi ip boyunca ilerleyecektir. Ancak ipin bir bölümüne kurşun top gibi bir ağırlık bağlanırsa, o bölüme ulaşan dalganın hemen zayıfladığı görülecektir. Hatta eğer ağırlık çok büyükse dalga orada sönüp sona erecektir.

İşte deprem sırasında dağlar, bu kurşun top rolünü oynayıp, ip misali yer kabuğu boyunca ilerleyen dalgaların şiddetini azaltarak, dalgaların daha çabuk sönmesine sebebiyet vermektedir.

Ayrıca Kur’an farklı bir olgudan daha bahsetmekte, “yeri dağlar sabit tutuyor” demektedir. Yani dağlar olmadan önce, daha fazla deprem riskine dikkat çekmektedir. Zaten mantıklı düşünen herkes bunu kabul edecektir. Yerküre gaz bulutuyken, her yer sürekli “sallanıvermekteydi”. Daha katı bir hâl aldıkça sallanma azaldı; ancak oluşan kara parçaları, birbirlerine çarpmaya başladılar. O zamanlar muhtemelen her gün 15 şiddetinde depremler oluyordu. Ama zamanla kara parçaları birbirinin altına girdi ve bu çarpmanın şiddeti azaldı. İşte Kur’an da bunu söylemektedir. Yani “Dağlar olmasa, daha fazla deprem olurdu” gerçeğine dikkat çekmektedir. Volkanların ara sıra deprem üretmesi sorun değildir. Sonuçta onlar da “sabit” tutmaya destek vermektedir, bu dağlar ve volkanlar olmasa idi, çok daha vahim ve tehlikeli sarsıntılar zuhur edecekti.

Cenab-ı Hak:Yeryüzünde onları sarsmasın (süratle dönen dünyanın dengesi bozulmasın) diye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye (karada, denizde ve havada) geniş yollar açtık.” (Enbiya, 31) buyururken su mesajları vermektedir.

Dünyayı ve dağları yaratan Biz, o yeryüzünde kendilerini sarsacak diye ağır baskılar bırakıverdik. Yani gökten ayırdığımız ve üzerinde kendilerine sudan hayat verdiğimiz insanları, yerküresi hareketiyle çalkalayıp sıkıntıya sokmasın, sakin olacak yer bulsunlar diye o yeryüzünde suya karşılık sulb oturaklı kıt’alar (omurgaları derinliklere gömülmüş parçalar, yani) dağlar meydana getirdik. Bir düşünmeli ki yeryüzü, sıvı bir halde kalsaydı ve yer hareket ettikçe insanlar çalkanıp dursaydı bu hayat çekilmezdi. Toprak kütlesinin yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile bu sıkıntı bertaraf edilip, yeryüzü insanların yaşaması için oturulabilir bir hale getirildi. Ve orada birtakım alanlar, yollar yaptık ki doğru yolları ve huzurlu yaşam koşullarını bulabilsinler. Arzu ettikleri yere doğru gidebilsinler veya hak yolunu görebilsinler.

Depremlerin dağlık bölgelerde olmasının bir hikmeti de; depremler her ne kadar bazı sebepler zinciriyle meydana gelse de, bu durum gösteriyor ki gerçekte bu sebepleri de yaratan ve yöneten Allah’ın takdiri dahilindedir. Birbirini etkileyip tetikleyen çeşitli sebepleri de kudret elinde ve hikmet çerçevesinde tutan Yüce Rabbimizdir. Mesela, bazı bölgeler fay hattı üzerinde olmasına rağmen hiç deprem olmamışken, fay hattı üzerinde olmayan ikinci ve üçüncü derecedeki deprem bölgelerinde de depremler görülmektedir. İşte bu da gösteriyor ki depremler, tamamen Allah’ın iradesi ile gerçekleşmektedir. Allah emrettiği takdirde dağları bile beşik gibi sallayıvermektedir.

Kur’an’da dağların fonksiyonları

Kur’an’da dağların önemli bir jeolojik işlevine dikkat çekilmiş olmaktadır.

“Yeryüzünde onları sarsmasın (süratle dönen dünyanın dengesi bozulmasın) diye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye (karada, denizde ve havada) geniş yollar açtık. (Enbiya Suresi: 31)”

Dikkat edilirse ayette, dağların yeryüzündeki sarsıntıları önleyici özelliğinin olduğu vurgulanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği dönemde hiçbir insan tarafından bilinmeyen bu gerçek, günümüzde modern jeolojinin bulguları sonucunda ortaya çıkarılmıştır.

Eskiden dağların sadece yeryüzünün yüzeyinde kalan yükseltiler olduğu sanılmaktaydı. Ancak bilim adamları dağların sadece yüzey yükseltileri olmadıklarını, Dağ Kökü adı verilen kısımları ile kimi zaman kendi boylarının 10-15 katı kadar yerin altına doğru uzandıklarının farkına varmışlardı. Bu özellikleriyle dağlar, tıpkı bir çivinin ya da kazığın çadırı sıkıca yere bağlamasına benzer bir role sahip bulunmaktaydı. Örneğin; zirvesi yeryüzünden yaklaşık 9 km yukarıda olan Everest Dağı’nın, 125 km’den fazla kökü vardır.

Ayrıca dağlar, yeryüzü kabuğunu oluşturan çok büyük tabakaların hareketleri ve çarpışmaları sonucunda oluşmaktaydı. İki tabaka çarpıştığı zaman, daha dayanıklı olanı ötekinin altına sokulmaktaydı. Üstte kalan tabaka kıvrılarak yükselip dağları oluşturmaktaydı. Altta kalan tabaka ise yer altında ilerleyerek, aşağıya doğru derin bir kazık gibi yerin dibine batmaktaydı. Dolayısıyla daha evvel de belirttiğimiz gibi, dağların yeryüzünde gördüğümüz kütleleri kadar, yer altına doğru ilerleyen derin bir uzantıları daha vardır. Bilimsel bir kaynakta dağların bu yapısı şöyle anlatılmaktadır:

“Kıtaların daha kalın olduğu dağlık bölgelerde, yer kabuğu mantoya derinlemesine saplanır.”

Dünyaca ünlü denizaltı jeologlarından biri olan Profesör Siaveda ise, dağların yeryüzüne kökler şeklinde saplı olduklarından bahsederken, şöyle bir yorumda bulunmaktadır:

“Kıtalardaki dağlar ve okyanuslardaki dağlar arasındaki temel fark materyalindedir… Fakat her ikisinde de dağları destekleyen kökler vardır. Kıtalardaki dağlarda, hafif ve yoğunluğu az madde yerin içine doğru kök olarak uzanır. Okyanuslardaki dağlarda da, dağı kök gibi destekleyen hafif madde vardır… Köklerin fonksiyonu, Arşimet kanununa göre dağları desteklemek içindir.”

Ayrıca Amerikan Bilim Akademisi eski Başkanı Frank Press’in, dünya çapında pek çok üniversitede ders kitabı olarak okutulan Earth (Dünya) adlı kitabında, dağların kazık şeklinde oldukları ve yeryüzüne derinlemesine gömülü oldukları aktarılmaktadır:

Kur’an ayetlerinde ise, dağların bu işlevine, “kazık” benzetmesi yapılarak şöyle işaret buyurulmaktadır:

“(Hele bir düşünün!) Sizin için arzı bir beşik gibi (yaşamaya müsait) kılmadık mı? Dağları bir kazık (gibi yapıp dünyanın dengesini sağlamadık mı?)” (Nebe Suresi: 6-7)

Yine bir başka ayette Allah, “Dağlarını dikip-oturttu” (Naziat Suresi, 32) şeklinde bildirmektedir. Bu ayette geçen “ersa ha” kelimesi “köklü kıldı, sabit yaptı, demirledi, yere çaktı” anlamlarına gelmektedir. Bu özellikleri sayesinde dağlar, yeryüzü tabakalarının birleşim noktalarında yer üstüne ve yer altına doğru uzanarak bu tabakaları birbirine perçinlemektedir. Bu şekilde, yer kabuğunu sabitleyerek magma tabakası üzerinde ya da kendi tabakaları arasında kaymasını engellemektedir. Kısacası dağları, tahtaları bir arada tutan çivilere benzetebiliriz. Dağların sabitlenme etkisi, bilimsel literatürde izostasi olarak geçmektedir. İzostasi, manto tabakasının yukarı doğru uyguladığı kuvvetle, yer kabuğunun aşağı doğru uyguladığı kuvvet arasındaki dengedir. Dağlar erozyon, toprak kayması veya buzulların erimesi gibi nedenlerle ağırlık kaybederken, buzulların oluşumu, volkanik patlamalar veya toprak oluşumu nedeniyle ağırlık kazanabilirler. Bu nedenle, dağlar hafiflediklerinde sıvıların uyguladığı kaldırma kuvvetiyle aşağıdan yukarı itilir; ya da ağırlaştıklarında yerçekimi nedeniyle manto içine gömülmektedir. Yer kabuğu üzerinde bu iki kuvvet arasındaki denge, izostasi sayesinde gerçekleşir. Dağların bu dengeleyici özelliği bilimsel bir kaynakta şöyle aktarılmaktadır:

“G. B. Airy, 1855’te yer kabuğunun su üstünde yüzen, keresteden yapılmış sallara benzetilebileceğini söylemiştir. Kalın kereste parçaları ince parçalara kıyasla su yüzeyinin daha üstünde yüzmektedir. Benzer olarak yer kabuğunun kalın kısımları da bir sıvı veya daha yoğun olan alt tabakalar üzerinde yüzecektir. Airy, dağların, düzlüklerde olmayan daha az yoğun kayalardan derin köklere sahip olduğunu söylemişti. Airy, çalışmalarını yayınladıktan dört yıl sonra, J. H. Pratt alternatif bir hipotez sundu. Bu hipotezle dağlar altındaki kaya kolonlarının, düzlükler altındaki kaya kolonlarına göre daha uzun olmalarından ötürü, daha az yoğun olmaları gerekiyordu. Airy ve Pratt’in hipotezlerinin her ikisi de yüzeydeki düzensizliklerin, yer kabuğunun belirgin kısımlarındaki (dağlar ve düzlükler) kayaların yoğunluklarındaki farklarla dengelendiğini belirtmişlerdir. İşte bu denge durumu, “izostasi” olarak tarif edilmektedir.”

Bugün biliyoruz ki, yeryüzünün kayalık olan dış katmanı, derin faylarla kırılmıştır ve erimiş magma üzerinde yüzen plakalar halinde parçalanıvermiştir. Dünya’nın kendi ekseni çevresindeki dönüş hızının çok yüksek olmasından ötürü, bu yüzen plakalar eğer dağların sabitleştirici etkisi olmasaydı, sürekli hareket edeceklerdi. Böyle bir durumda yeryüzü üzerinde toprak birikmeyebilir, toprakta hiç su depolanmayabilir, hiçbir bitki filizlenmeyebilir, hiçbir yol, ev inşa edilemeyebilirdi; kısacası Dünya üzerinde hayat mümkün olmayabilirdi. Ancak Allah’ın rahmetiyle dağlar tıpkı çiviler gibi görev üstlenerek, yeryüzündeki bu olası hareketliliği büyük ölçüde engellemektedir.

Görüldüğü gibi, modern jeolojik ve sismik araştırmalar sonucunda keşfedilen dağların çok hayati bir işlevi, yüzyıllar önce indirilmiş olan Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın yaratmasındaki üstün hikmete bir örnek olarak verilmiştir. Başka bir ayette şöyle haber verilmektedir:

“Gördüğünüz gibi O, gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, arzda (dünyada) da, sizi (hızla dönerken) sarsıntıya uğratmasın diye sarsılmaz dağlar bırakmış ve orada her canlıdan türetip yayıvermiştir. (Ayrıca) Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik.” (Lokman Suresi, 10)

Kur’an’da birçok ayette dağların yaratılış hikmetlerinden bahsedilmesi boşuna değildir. Bu nedenle bazı ayetler dağları kazıklara benzetmektedir. Bu benzetmenin mucizevi yönü ancak son yüzyıldaki jeolojik bulgulara dayanarak anlaşılabilmektedir. Dağların yeryüzünde görünen kısmından çok daha büyük olan kökleri, yerin altında görünmez bir haldedir. Dağların yerin altındaki kökleri, dağın görünen kısmının 10-15 katına kadar çıkabilmektedir. Örneğin Dünya’nın en yüksek noktası olan Everest Tepesi, yerin 9 km kadar üstündedir, oysa bu noktanın yerin altındaki kökü 125 km’dir. Bir kazığın fonksiyonlarını yerine getirmesi için kazığın yerin altına saplanan kökü nasıl çok önemliyse, aynı şekilde dağ için de yerin altındaki kökü çok önemlidir. Yani kıtaların üzerindeki dağların kökü olduğu gibi, denizlerde de dağlar vardır ve bunların da kökü olduğu bilinmektedir. Dağların; volkanik kayalardan veya tortulardan oluşması gibi farklılıklar olsa da, bu durumda bile dağların kökünün olduğu gerçeği hiç değişmemektedir. Dağların kökü Arşimet kanunları çerçevesinde dağların görünür kısmına destektir. Değil Peygamberimizin döneminde, bundan birkaç yüzyıl önce bile dağların bir kökü olduğunu bilmek mümkün değildi. Bu yüzden Kur’an’ın, dağları kazıklara benzeterek yaptığı benzetme çok yerinde, çok isabetli ve mucizevî bir benzetmedir. Ve Kur’an –haşa- Hz. Peygamberin kendi sözleri değildir, her şeyi en ince ayrıntılarıyla bilen Allah’ın vahyidir.

Jeoloji biliminin yeni bulgulara göre kendini yenilemeyen kitaplarında, dağların köküne veya dağların yerkabuğunu sabitlemekteki fonksiyonuna rastlayamayabilirsiniz. Fakat bu bilgilere rastlayabileceğiniz kitaplar da mevcuttur. “The Earth” (Yeryüzü) bunlardan biridir. Kitabın yazarı Frank Press, Bilimler Akademisi Başkanı’dır ve Amerika’nın eski Başkanlarından Jimmy Carter’ın bilimsel konulardaki danışmanıdır. O, dağları, kökünün çoğu toprağın derinliklerinde olan çiviye (wedge like shape) benzetir. Dr. Press dağların fonksiyonlarını uzun uzadıya anlatır ve onların yer kabuğunu stabilize etmekteki önemli rollerine dikkat çeker. Bu bilgi Kur’an’ın 14 asır önce verdiği bilgilerle tamamen aynıdır.

“Yeryüzünde onları sarsmasın (süratle dönen dünyanın dengesi bozulmasın) diye, sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye (karada, denizde ve havada) geniş yollar açtık.” (Enbiya: 31)

Yer kabuğu aslında sıvı bir ortamın üzerinde yüzer durumdadır. Yer kabuğunun kalınlığı çoğunlukla 5 km civarındadır. Oysa dağların altındaki kalınlık 35 km gibi değerlere ulaşmaktadır. Bunun sebebi dağların kazıklar gibi yerin altında bir köke sahip olmalarıdır. Kazıklar nasıl bir çadırı toprağa sabitliyorsa, dağlar da kazıkların bu görevini yer kabuğunun sabitlenmesinde yapmaktadır. Dağlar yer kabuğunu meydana getiren tabakaların çarpışmaları, bir tabakanın diğer tabakanın altına girmesi sonucu oluşmaktadır. Üstte kalan tabaka kıvrılıp dağları meydana getirmekte alttaki tabaka da derine doğru uzanan dağın kökünün oluşmasını sağlamaktadır. Böylece dağlar yer altına doğru uzanan kökleri ile yer kabuğu tabakalarının birbirlerine kaynaşmasına yardımcı olmaktadır.

Dağların yer kabuğunun genel dengesini sağlamadaki etkisi izoztasi (isostasi) diye tanımlanır. Webster’s New Twentieth Century Dictionary’de (Webster’ın Yeni 20. yüzyıl sözlüğü) bu terim şöyle açıklanır: “Jeoloji’de dağların Dünya yüzeyinin altında oluşturdukları yer çekimsel kuvvet sayesinde yer kabuğunun genel dengesinin sağlanmasıdır.” Henüz dağların sıradan bir yeryüzü çıkıntısı olarak algılandığı asırlar öncesi dönemlerde, dağların yeryüzündeki dengeyi sağlayıcı özelliğine ve gözle görülmeyen köküne işaret eden Kur’an, her konuda olduğu gibi bu konuda da bizi kendine hayran bırakmaktadır. Ancak yine Kur’an’ın ifadesiyle “aklını kullanmayan insan görünümlü hayvanlar” hâlâ inkâr ve inat yoluna sapmaktadır.

Şu ayetler üzerinde dikkatle durulursa, Kur’an’ın mucizesi daha iyi anlaşılacaktır.

“Kesinlikle göklerin ve yerin mülkü (ve her türlü başarı ve zaferin mührü) Allah’ındır. Allah, her şeye güç yetiren (Kadir olandır). Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde (Dünya’nın kendisinin ve Güneş’in etrafında dolaşmasında) temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır.” [Not: Tüm evrende, Samanyolu Galaksimizde, Güneş Sisteminde ve özellikle yaşadığımız Yeryüzünde: a) Birbirine uzaklık ve yakınlıkları, b) Ulaşım süratleri ve yörünge ayarları, c) Çevrelerini kuşatan GAZ’ların miktarı ve oranları, d) Evrenin sürekli ve sistemli genişleme hızı konularındaki: 1- Muhteşem ve mükemmel ‘DENGE’, 2- Muazzam ve muntazam ‘DÜZEN’, 3- Yüksek derecede makul ve mantıklı ‘DETAY VE DİSİPLİN’, bu kâinatın, Dünya’nın ve tabiatın; A- Sınırsız bir kudret ve ilim (hikmet) sahibi (Allah c.c.) tarafından yaratıldığını, B- Bu yaratılışın sonsuz bir akıl, kusursuz bir plan ve sorunsuz bir takdirle varlığa çıkarıldığını, C) Ve her an atom zerrelerinden yıldız kürrelerine kadar her şeyin ve tüm detayları ile Allah’ın yönetimi (El-Valiy) ve denetimi (Er-Ragıb) altında bulunduklarını; aklen, ilmen ve teknolojikman ortaya koymaktadır ki, bu hassas dengelerde çok az bir değişme durumunda hayat, tabiat ve kâinat olmayacaktır. Öyle ise elbette bu kâinatın üstün bir Yaratıcısı vardır ve bize kendini tanıtmak üzere Peygamber ve Kitap yollamıştır. Kur’an’ın bütün kuralları ve haber buyurdukları da hepsi Hak’tır ve mutlaka çıkacaktır.] [5] 

“Şüphesiz Allah, gökleri ve yeri zeval bulurlar (yok olurlar, yıkılırlar) diye (her an kudreti altında) tutmaktadır. Andolsun, eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları (varlıkta) tutamazdı. Doğrusu O, Halim’dir, Bağışlayandır.” [Not: Bu ayet, kâinatın, tabiatın ve hayatın dengesini ve devamını sağlayan: 1- Kütle çekim kuvveti (yer çekiminin), 2- Zayıf nükleer kuvvetlerin, 3- Elektromanyetik kuvvetlerin, 4- Şiddetli nükleer (Atom enerjisi) kuvvetlerin hepsinin Allah’ın elinde ve emrinde olduklarına, aksi halde bedenimizin ve evrenimizin bir anda yıkılıp dağılacağına işaret buyurmaktadır.] [6] 

“Üzerlerindeki göğe (hiç ibretle ve dikkatle) bakmıyorlar mı? Biz onu nasıl (muhteşem) bina etmiş ve onu nasıl (yıldızlarla) süsleyip (düzeltmişiz)? Onun hiçbir çatlağı (noksanı ve bozuk yanı da) mevcut değildir.” [Not: Kâinatta şimdiye kadar 300 milyar galaksi, her galakside 250 milyar kadar güneş (yıldız) tespit edilmiştir ve bizim Güneş sistemimiz içindeki dünyamız bir stadyum içinde sadece bir top kadar yer teşkil etmektedir. Bu muazzam ve mükemmel kâinat içinde, müthiş bir süratle dönen yıldız ve gezegenlerin milyonlarca yıldır hiç çarpışmaması ve bu harika denge ve düzenin bozulmaması, elbette İlahi kudret ve sanat eseridir ve açık bir mucizedir.] [7] 

Celal Şengör gibilerin Atatürkçü geçinmesi ise ayrı bir istismarcılık ve sahtekârlıktır. Bu tavır, Atatürk’ü de kendileri gibi dinsiz gösterme çabasıdır. …Devamını okumak için tıklayınız.

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.

    Bu makaleyi sesli olarak da dinleyebilirsiniz.