OSMANLI İSLAM NİZAMI VE TÜRKLERİN ADALET MİZANI

831
Paylaş:

6 Mart 2019

Afganistan asıllı bir Müslüman olan Tamim Ensari, “İslam’ın Bakış Açısından DÜNYA TARİHİ” isimli bir kitap hazırlamıştı. Oysa peşinen belirtelim ki, bu kitaba; “Haçlı Batı gözüyle, bir Müslümana yazdırılan İSLAM TARİHİ” denmesi daha uygun olacaktı. ÇünküArnold Toynbee ve Hendrick Van Loon gibi Batılı tarihçilerin etkisiyle hazırlandığını kendisi de ağzından kaçırmıştı. (Bak: Sh: 11) “Hz. Peygamberimizin Hira mağarasındaki Hz. Cebrail’le muhatap olmasını “bir hayal yansıması” (Sh: 43) olarak yorumlamaktan,“Acaba Muhammed’in sözleri kendisine mi, yoksa Rabbine mi aitti?” (Sh: 54) şeklindeki kafa karıştırıcı çarpıtmalara; Peygamber Efendimizin 10 bin kişilik düzenli ve disiplinli bir orduyla ve yüksek strateji oyunlarıyla, ama kansız ve savaşsız teslim aldığı Mekke’nin,“Müşriklerce kendiliğinden bağışlandığını” (Sh: 56) iddia eden saptırmalarına kadar, bir sürü kasıtlı yanlışlıklar barındıran bu kitabına, kısa ve öz bir tenkit yazmamız lazımdı. Yazar, “İslam; Çin, Hindistan ve Batı Medeniyetinin bir öğesi ve özeti sayılır” (Sh: 427) diyerek münafık niyetini ve kiralık mahiyetini ortaya koymaktaydı.

Tamim Ensari yer yer, Türklere yönelik özel hıncını da kusmaktaydı. “Filistin’in kontrolünü ele alan Selçuklu Türkleri (ve Selahaddin Eyyubi) başka din mensuplarına hiç de hoşgörülü davranmıyorlardı.” (Sh: 174) şeklinde iftiralar atmaktaydı. “Haçlıların, Anadolu Selçuklularına ve Ortadoğu Müslümanlarına yaptıkları zulümleri abartılı…” (Sh: 178) bulan yazarın, “vahşi ve gaddar Moğollarla Türkleri aynı soydan sayma” çabası (Sh: 190) mide bulandırıcıydı. “İslam tasavvufunu, Budizmin ve Hint felsefesinin devamı sayma”(Sh: 207), İran İslam Devrimi Lideri Ayetullah Humeyni’yi “zalim”likle suçlama (Sh: 409), İhvanı Müslimin’in ve Hamas’ın tamamını “Yahudileri katletme amaçlı bir terör harekâtı”(Sh: 413-414) gibi sunma çabaları, yazarın ayarını ve amacını ortaya koymaktaydı. Amerika ve Avrupa’yı (tüm Batı’yı); “Tanrıyı (ve kutsal kuralları) siyaset ve sistemin merkezine koyan Protestan dindarların kontrolünde olan, adil ve insancıl bir düzen uygulayan” (Sh: 421) modern ve medeni dünya(!) olarak tanımlamaktan utanmayan yazar, Amerika’nın Afganistan işgalini bir huzur ve demokrasi transferi olarak yorumlamaktan da sakınmamıştı. (Sh: 422)

Yaklaşık 500 sayfalık bu kitapta yer yer, orijinal yaklaşımlara ve doğru yorumlara da rastlanmakta, ama genellikle Haçlı ve Siyonist Batı’nın İslam’a şaşı bakışını yansıtmaktaydı. Özellikle Osmanlı Devleti’yle ilgili saptama ve saptırmalarının satır satır yanıtlanması, ciltlerce yer kaplayacaktı. Bu nedenle cümleleri kendi içinde düzeltmek ve okurlarımıza doğru bilgiler halinde arz etmek daha uygun olacaktı.

Osmanlı’nın ortaya çıkışı ve Medeniyet İnkılabı

İlahi kaderin cilvesiyle, zalim Moğol Cengiz’in torunu Hülagü’nün, Bağdat’ı yıkıp geçtiği 1258 yılında, Anadolu’daki Türk kabilesinden, Kayı aşiretinden bir gazi ailesinde Osman adında bir çocuk dünyaya geliyordu. Osman’dan sonra gelenler, “Osmanlı” ya da Batılıların telaffuzuyla “Osmanlılar” olarak anılıyor ve sonunda çok güçlü bir imparatorluk doğuyordu. Batılıların ve yandaşlarının “imparatorluk” dediği, ama gerçekte İslam kaynaklı bir Barış ve Bereket Medeniyeti olan Osmanlı Devleti’nin temelini Osman Bey atıyor, onun kudretli iradesi ve ferasetli cesareti sayesinde, Anadolu’daki küçük emirlikler bu kutlu devlete katılıyordu. Ataları Orta Asya’nın bozkırlarında Moğollardan kaçıp gelen 400 kişilik yiğit ve adil bir göçebe kabilenin soyundandı. Onlar için, “Sarayları atlarıydı, tahtları evleri ve hazineleri heybeleriydi” diyenler haklıydı. Başkentleri, o gece nereye kamp kuruyorsa orasıydı. Aslında Osman Bey’in kendisinden sonrakilere bıraktığı miras, sadece kutlu bir sürecin başlangıcıydı. Savaş döneminde, adamlarını sınır boylarına getiriyor ve Hristiyan krallar ve tekfurlarla savaşarak, hem yöre halkına hem kendi toplumuna huzur ve adalet sağlıyor, hem de ganimet biriktiriyordu. Savaşmadığı “Tatil dönemi”nde ise kontrol sağladığı alanlarda güven ve hürriyet sağladığı tüm yerleşik köylüden ve Bizans’tan kat kat düşük ölçüde vergi topluyordu.

Osmanlılar güçlenmeye başladıklarında, diğer gazi devletlerini ve Türk beyliklerini de içlerine almaya çalışıyorlar; bazılarını fetih yoluyla, bazılarını ise pazarlıkla Osmanlı’ya bağlıyorlardı. Böylece bağımsız emirliklerin gazi liderleri, yavaş yavaş feodal aristokratlara dönüşüyorlardı; kendi çaplarında hâlâ güçlü ama daha büyük ve merkezi bir kuvvete, Osmanlı Hanedanlığı’na tabi oluyorlardı.

Osmanlılar, bir hanedanlığın (Selçukluların) çöküşü ile yükselişi arasındaki farkı fırsata çevirecek olan, çok küçük ama çok önemli bir şans kazanmışlardı. Osmanlı Sultanları uzun süre yönetimde kalmış ve hepsi de yetkin bürokratlara sahip olmuşlardı. Onlardan biri olan I. Murat, Marmara’yı aşıp Trakya’da Avrupa’nın bir kısmını da topraklarına katmıştı. Bu dönemden sonra, (MS 1350-1389), Osmanlı Hanedanlığı artık at sırtından değil, başkentten, saraydan yönetilecek ve hükümet bürokrasisine, vergi sistemine ve bir hazineye sahip olacaktı. Osmanlı yöneticileri yüksek İslam medeniyetinin cilası ve adaletin yansıması olmuşlar, şanlı ve destansı bir medeniyetin mimarları konumuna ulaşmışlardı.

Başka bir Osmanlı hükümdarı I. Beyazıt (1389-1402), Hristiyan Avrupa’dan getirilen esir erkek çocuklarının saraya alınıp, Müslüman gibi yetiştirilmeleri ve kuvvetli askerlere dönüştürülmelerini hedefleyen ve devşirme olarak bilenen bir programı uygulamaya koymuşlardı. Bunlar İslam tarihinde Memlûklere çok benziyordu ama farklı bir adla; Memlûkler Arap ya da Pers hükümdarlıklarında yetişen Türk çocuklarıydı, bu sefer Türk hükümdarlığında yetişen Hristiyan çocukları vardı. Devşirme sisteminde yetişen askerlere,“yeni bölükler’’ anlamına gelen Yeniçeriler denilmeye başlandı. I. Beyazıt’ın Yeniçerileri, orduyu, yeni bağımsız aristokratlar olan ve soylarını Orta Asya’ya dayandıran gazilerle olan feodal bağlarından koparmışlardı. Gazilerin bölükleri yine de Beyazıt’a yaya askerler sağlıyordu ama Yeniçerilerle birlikte, idare edilmesi gereken profesyonel bir asker bürokratlar ordusu ortaya çıkmıştı.

  1. Beyazıt’ın akınları Avrupa’nın daha da içlerine doğru ilerlemesi Haçlıları telaşlandırmıştı. Fransa ve Macaristan kralları onu kontrol edebilmek için güç birliği yapmışlar, ama Beyazıt bu birleşmiş orduyu 1396’da bugünkü Bulgaristan’ın Nicopolis şehrinde dağıtmıştı. Artık Osmanlı emirleri tastamam bir imparatorluğu yönetiyorlardı. Aslında, Beyazıt“emir”unvanını çoktan atmış ve kendini “sultan” ilan etmiş durumdaydı. Böylece Osmanlı Sultanları Darülislam’ın (Halifeliğin), daha laik bir versiyonunun başına geçmiş oluyorlardı. Çevre ülkelere temel insan haklarını sağlama ve insanları zalim yöneticilerden kurtarma amaçlı CİHAD (Askerî müdahale) o denli gelişmişti ki, bir yıl batıya doğru akınlar düzenliyor, bir sonraki yıl daha fazla gazi emirliğini içine alarak iktidarını Müslümanlığın kalbine doğru uzatıyordu. Sultan Beyazıt, ileriye ve kutlu hedeflere doğru öylesine hızlı ve sonuç alıcı şekilde hareket ediyordu ki, insanlar ona bu sebeple Yıldırım demeye başladılar. Beyazıt, artık en az Sezar kadar ünlü Komutan ve Sultan’dı. Devamını okumak için tıklayınız.

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.