Unutmayalım, İttihatçı dönme Masonların gaflet ve hıyanetiyle biz Birinci Dünya Savaşı’na büyük bir iştahla katıldık ve o savaşta sadece hezimete uğramadık, büyük bir imparatorluğu da elimizden çıkardık. O sırada İngiltere, Fransa ve Rusya ile savaşmakta olan Almanya, Osmanlı Devleti’nin de yanında yer almasını istemekte, aralarındaki askeri ittifakı da bunu sağlamak amacıyla kullanmaktadır. Alman Generali Liman von Sanders, (İttihatçıların gayri milli duygularıyla) Osmanlı’nın Genelkurmay Başkanı’dır. Gemilerin Karadeniz’e çıkarılması, Rusya’daki hedeflerin dövülmesi bu sebeple zor olmamıştır. Ülkeyi savaşa sokacak karardan Sadrazam Said Halim Paşa’nın haberi olmamıştır. “Hükümet idaresinin başında bulunan sadrazamın herkesten evvel bilmesi gereken devletin hayatıyla ilgili böyle mühim bir meselenin, bir-iki bakanın oyuyla gerçekleşmesinden ve sorumluluk birinci derecede kendisine ait iken yabancı gibi dışarıda bırakılmasından duyduğu tepkiyle, Said Halim Paşa istifaya karar almıştır. Paşa’yı kararından vazgeçirmeye uğraşmış ve başarmışlardır. Paşa, dönüş sebebini, “Memleketi böyle bir felaket içinde bırakıp çekilmeyi vicdanen uygun görmedim” diye açıklayacaktır. Yine görevinde kalacak ve olayın savaşa yol açmaması için çalışacaktır. “Biz tarafsızlığımızı korumak istiyoruz. Bir kaza olmuştur; zarar ve ziyanın tespiti için bir komisyon kurulsun, özür de dileyelim, siz de olayı olmamış kabul ediniz” diye İtilaf devletlerine başvuracak, olayın kaza olduğuna dair bir resmi raporu da başvuruya ekleyip yollayacak, ama beklediği cevabı alamayacaktır.
Son bir gayretle bakanlarını evine çağıran Said Halim Paşa ve onlara “Biz yine de tarafsızlığımızı koruyacağımızı duyuralım ve savaş dışında kalalım” görüşünü açıklayıp:“Turan’ı, Mısır’ı, Trablus’u, Tunus’u, Cezayir’i yeniden alacağımız türlü iddiaları bırakalım; çünkü biliyorsunuz, her milletin 3 devri vardır: Fetihler (fütuhat) devri… Duraklama (tevakkuf) devri… Çöküş (inhitat) devri… İnşallah bizimki çöküş değildir. Tarafsız kalalım, sınırlarımızı koruyalım.” diye uyaracak, ama sözleri dikkate alınmayacaktır. Kendisinin istifaya zorlanmasının ardından (4 Şubat 1917) ülkeyi savaşa sokan üçlü gruptan (diğer ikisi Enver ve Cemal paşalardır) Talat Paşa sadrazam olarak atanacaktır. Ne acıdır ki o dönemin sorumluluğunu taşıyan Mason ve dönme kadro savaş sonrasında ülkeyi terk edip kaçacaktır. Biz sonumuzu getirecek savaşa girince Osmanlı (Yahudi) basını bayram etmeye başlamıştır. “Rus gemilerinin batırıldığına ve limanlarının vurulduğuna dair yapılan açıklama Türk basınında sevinç ve mutluluk yaratmıştır!?” Tanin, “Eski sevgililerimiz zafer ve nusret yine bizimle” diye başlıklar atmakta, İzmir’de çıkan Ahenk, “Osmanlı bahriyesinin kahredici kuvveti”nden, Yunus Nadi de ‘cihad-ı ekber’den dem vurmaktadır. Bugünkü yandaş medya da aynı şeyleri yapmakta, tehlikeleri uyaranları “korkaklıkla” suçlamaktadır.
“Sınırlarımızın değişmemesi gerektiğinin altını çizen sürüyle isim vardır. Ancak sınırlar değişmeyecekse tarih nasıl yazılacaktı? Evinde oturarak sınırlarını genişleten tek bir devlet var mıydı? Etliye sütlüye karışmadan büyük olabilen tek bir başkent var mıydı?… Türkiye küçük kalamayacak kadar büyük bir devlet (sayılırdı…) Sadece bizde bunu görmek (ve fırsatları değerlendirmek) istemeyenler bulunmaktaydı. Tarih yazdığımızı unutup kenarda köşede sessizce oturmamızı isteyen çok kişiye aldanmamak (yani Irak’ın, Suriye’nin kuzeyini topraklarımıza katmak lazımdı). Dünyada biz bilmesek de büyük bir rolümüz vardı. Kürtlerle kucaklaşma ve bütünleşme tamamlanmalıydı. Türkiye bütünlüğünü ve büyüklüğünü koruyarak bunu yapmalıydı. Sonra diğer renkler de bize gelecek (ve teslim olacaktı). Bu bölgenin de, Amerika’nın da, Ortadoğu’nun da, enerji trafiğinin de sağlıklı yürümesi için bunlar şarttı. Bunu bizden başka sağlayacak tek bir seçenek bile kalmamıştı. Bize karşı ellerindeki kozları kullanmak isteseler de Washington’un başka şansı bulunmamaktaydı… Türkiye olmadan kimse buralarda (Ortadoğu’da, İslam coğrafyasında) adım atamazdı… Hep söylediğim gibi bunu bilmek büyük ayrıcalıktı… Gerisi kolaydı, Bölgeyi bize bırakacaklardı, buna mecburlardı… Yoksa kendi kurdukları sistem yıkılırdı… Bizi yıkamadıklarına göre dediğimizi yapmak zorundalardı…”[1]
AKP ve Erdoğan zihniyetinin hem akıl hocası hem tercümanı olan; (aslında ABD ve Yahudi lobilerinin niyetini sunan ve Siyonist projelerini savunan) Ergün Diler gibiler, artık açıkça ve pervasızca: “ABD ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda Suriye ve Irak’ın kuzeyini Türkiye’ye bağlayalım. Siyonizm’in çıkarları ve küresel sömürü sisteminin devamı için kâhyalık yapalım. Ve tabi biz de bu uşaklık ve jandarmalık payımızı alalım. Türkiye’siz bunu yapmaya kalkışmaları onlara çok pahalıya mal olacaktı… Bu arada kendi halkımıza da ‘Bakın sınırlarımızı genişlettik, büyük devlet haline geldik, Erdoğan sayesinde kendi talihimizi yendik ve tarihin gidişini değiştirdik!’ havaları atıp avutalım!.. ”çağrıları yapmakta ve tüm yandaş medya da aslında aynı davulu çalmaktaydı. Aynen Osmanlının 1. Dünya Savaşına girmesi için ittihatçı Masonları kışkırtan Yahudi basını gibi davranmaktaydı!?
Aynı mutfaktan beslenen ve aynı pazarlıklar kulağına üflenen İbrahim Karagül de aynı ittihatçı fırsatçılığını savunmaktaydı:
“Mesele özetle şudur: Musul ve Halep ile iki ülkenin kuzeyi, artık Irak ve Suriye’nin denetiminde olmayacaktır. Bu kuşakta, Türkiye’yi devre dışı bırakmak için PKK/PYD ve DAEŞ’le oyun kurulmaktadır. Bu oyun Türkiye’yi hedef almaktadır, bir süre sonra savaş ilanı olarak önümüze çıkacaktır. Öyleyse, kim ne oyun kurarsa kursun Türkiye bu kuşağa hâkim olmalıdır, bölgenin Türkiye’nin denetimine geçmesi lazımdır. Doksan yıl önceki oyunlara bir kez daha kurban olmamalıyız.”[2]
Bunun anlamı, Irak ve Suriye’nin Kuzeyinde bir Kürt–Türk federasyonu kurulmalı, burası gerçekte ABD ve İsrail’in, görünüşte Türkiye’nin güdümüne bırakılmalı; Musul ve Kerkük’ün yeni fatihi(!) Erdoğan Başkanlığa taşınmalı ve artık, Meclis, hükümet, MGK, MİT gibi bütün engel kurumlar devre dışı bırakılıp Türkiye BAŞKAN Bey üzerinden talimatla yönetilmeye başlanmalıdır!?
ABD Başkanı Barack Obama, “Musul operasyonunun zor ve uzun olacağını ama DAEŞ’in mutlaka yenilgiye uğratılacağını” açıklamıştı. Obama, İtalya Başbakanı Matteo Renzi’yle birlikte düzenlediği basın toplantısında Musul’u DAEŞ’ten kurtarmak için Irak ordusunun başlattığı operasyonu büyük bir adım olarak tanımlamış Musul operasyonun uzun ve zor bir mücadele olacağını vurgulamıştı. Bu itiraflar DEAŞ bahanesiyle bölgemizde büyük bir tahribat ve zayiat yaşanacağı şeklinde okunmalıydı. Çünkü Siyonist odakların sekreteri Obama, patronlarının niyetini açığa vurmaktaydı. Bu açıklamanın ardından ABD Savunma Bakanı Ashton Carter’ın IŞİD’e yönelik operasyonlarla ilgili görüşmelerde bulunmak için Türkiye’ye gelme kararı almıştı. Pentagon’dan yapılan açıklamada, “Carter, Irak ve Suriye’deki son gelişmeler de dahil olmak üzere bölgedeki güvenlik sıkıntılarını tartışmak için Türk liderlerle toplantı gerçekleştirecek” ifadeleri kullanılmıştı.
ABD Savunma Bakanı Ash Carter, Türkiye’nin, Musul’un DEAŞ’tan kurtarılması operasyonunda yer alması konusunda prensipte anlaşıldığını açıklamıştı. Carter, Ankara’da Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım ve Savunma Bakanı Fikri Işık ile yaptığı görüşmeler sonrasında kendisiyle seyahat eden gazetecilere, Türkiye’nin, Irak’ın Musul kentinin DEAŞ’tan kurtarılması operasyonuna katılması konusunda prensipte anlaşıldığını doğrulamıştı. Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki Musul’un, terör örgütü DEAŞ’tan kurtarılmasında rol alması gerektiğini ifade eden Carter, ancak bu konuyla ilgili son kararın Irak yönetiminin onayını gerektirdiğini hatırlatıp sorumluluğu kukla Irak yönetiminin üzerine atmıştı. “Yaptığımız konuşmalara dayanarak, çok eminim ki bu uygulanabilirlikleri tüm tarafların hassasiyetlerine özen gösterecek şekilde etraflıca ele alabileceğiz” ifadesini kullanan Carter, Türkiye’nin bölgede tarihi bir misyon taşıdığını ve bunun gereği olarak hem Suriye hem de Irak’ta DEAŞ’a karşı mücadelede rol alacağını vurgulamıştı. Evet Türkiye böylece kendi zoruyla koalisyona katılacak ve sonuçlarına katlanacaktı!
“Arap Baharı” tuzağı, BOP’un yeni bir aşamasıydı ve AKP bunların baş figüranıydı. Evet, Suriye’deki felaketi AKP kafası ve Sn. Erdoğan kendi eliyle hazırlamıştı. ABD’nin bölgeye niye el attığı, yanı başımızda ne yapmaya çalıştığı ve bölgede neleri amaçladığı doğru yorumlanmalıydı. ABD ile PKK/PYD ilişkisinin hedefi ve DEAŞ’ın bölgede gördüğü işlevi de anlaşılamadı. Bu da yetmezmiş gibi ABD’nin buraya gelirken yanında getirdiği uyduruk gerekçeler, AKP kafalılarca gerçekmiş gibi millete pazarlandı. Oysa ABD, Türkiye’nin geleceğini şekillendirmeye Suriye’den başlamıştı. Ankara bunun, güney sınırımızda başlayan kuşatma tamamlanma aşamasına geldiğinde ancak farkına vardı. Türkiye PKK, DEAŞ ve FETÖ’nün terör saldırılarından, HDP ve CHP’nin ise körüklediği siyasi kaos ortamından başını kaldırdığında Türkiye’nin kuşatıldığını anladı, ama çok geç kalmıştı. ABD’nin yanı başımızdaki operasyonlarını güle oynaya izlerken kendimizi bir anda varlık ve yokluk mücadelesi içinde bulunmamıza bu kafalar sebep olmuşlardı. Ülkenin siyasi birliği ve toprak bütünlüğü tehlike altındaydı. Fırat Kalkanı operasyonu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi bıçak kemiğe dayandığında ve TSK’nın kararlı tavrıyla yapılmıştı. Evet, Fırat Kalkanı harekâtı olmasaydı ABD, PYD ile Menbiç üzerinden Afrin ile bağlantı kurarak terör koridorunu tamamlayacak ve Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkisini kesmeyi başaracaktı. “Stratejik dostumuz” ABD, terör örgütünü bu ülkeye sınır komşusu yapacak ve Ankara’yı kendi evlatlarını katleden bu örgütü devlet olarak tanımaya zorlayacaktı.
Böylece Türkiye, kendi kazdığı kuyuya düşmekten son anda kurtulmuş durumdaydı. Artık Türkiye, Suriye ve Irak’ta ABD’nin ihtiyaçları için değil, Ülkemizin çıkarları için hareket etmeye başladı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin PYD’ye yönelik gerçekleştirdiği etkili operasyona ilk tepkinin Beyaz Saray ve Şam’dan gelmesi aslında bölgede kimin kimle dost, kimin kimle düşman olduğunu da açığa vurmaktaydı” itirafları çok geç kalmış uyarılardı. “Biz sizi çağırmadık, zorla katıldınız, şimdi sonuçlarına katlanınız!” demek için bizi koalisyona sokmalarına rağmen, Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, Musul Operasyonu’na Türk hava unsurlarının da katılması yönünde Koalisyon güçleriyle mutabakata vardıklarını açıklamıştı. Başbakan Yıldırım, partisinin grup toplantısında dünyanın yakından takip ettiği Musul operasyonunu değerlendirirken şu açıklamalarda bulunmuşlardı: “Musul’da uzun süredir konuşulan operasyon başlamıştır. Olan biteni yakından takip ediyoruz. Planlarımız, hesaplarımız yapılmıştır. Türkiye’nin aleyhine herhangi bir durum ortaya çıkarsa gereken adım anında atılacak ve misliyle karşılık bulacaktır. “Biz operasyonda da olacağız, masada da olacağız”, sözünün arkasındayız.”
Beştepe’de akademik yıl açılışında konuşan Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ise: “Misak-ı Milli’yi kavrarsak Suriye’deki, Irak’taki sorumluluğumuzun ne olduğunu anlarız. Eğer bugün “Musul üzerinde bizim sorumluluğumuz var, hem masada hem arazide olacağız” diyorsak bunun bir sebebi var. Bunu durup dururken, dostlar alışverişte görsün diye söylemiyoruz. Bütün diplomatik anlaşmalar hepsi sürüyor, diğer yandan da hazırlıklar devam ediyor” diye havalar atmıştı. Erdoğan, “30 bin kişiyle Haşdi Şabi geliyor diyorlar. Geleceği varsa göreceği de var. Musul’da 2 milyon Arap Sünni-Türkmen var. Biz onları Başika’da eğittik. Biz bunları yaparken, Irak merkezi yönetiminden gelen taleple yaptık. Şimdi ne oldu bu Irak merkezi yönetimine? Hava değişti. Şimdi biz Amerikalı dostlarımıza diyoruz. Bizi bu tezgâha getiremezsiniz” sözleriyle aslında mezhebi ve etnik kapışmalara katkı sunacaklarının bile farkında olmadıklarını açığa vurmuşlardı.
Siyonist Generalin itirafları!
ABD Merkez Kuvvetler (CENTCOM) Komutanı Yahudi asıllı General Joseph Votel, Türkiye’nin terör örgütü DEAŞ’e karşı yürütülen kampanyada “olağanüstü öneme” sahip olduğunu belirterek, “Türkiye’nin desteği olmadan şu anda Suriye’de yaptıklarımızı yapamazdık” itirafında bulunmuşlardı. ABD’nin Ortadoğu’daki operasyonlarını yürüten CENTCOM’un komutanı General Votel, Musul operasyonlarıyla ilgili harekâtın istenildiği gibi ilerlediğini açıklamıştı. Votel, operasyonun ne zaman sonuçlanacağına dair şu aşamada herhangi bir zaman vermenin güç olacağını vurgulamıştı. Suriye’de çok daha küçük büyüklükteki Münbiç’in alınmasının dahi 71 gün sürdüğünü hatırlatan Votel, DEAŞ’ın Musul’da iki yıldır bulunduğunun ve kenti korumak için hazırlık yaptığının göz önünde bulundurulmasını hatırlatmıştı.
“Türkiye olmadan yapamazdık”
Votel, bir soru üzerine, Türkiye’nin bugüne kadar DEAŞ karşıtı mücadeleye sunduğu “olumlu” katkılara dikkati çekerek: “NATO müttefikimiz olan Türkiye, bu kampanya için olağanüstü bir önem taşımaktadır. Türkiye’nin desteği olmadan şu anda Suriye’de yaptıklarımızı(!) yapamazdık. Üsleri, onlardan aldığımız diğer destekler bizim yaptıklarımız için son derece hayati önem taşımaktadır” itirafında bulunmuşlardı.
Oysa Sn. Cumhurbaşkanı, şimdi aynen İttihatçıların tavrını takınmıştı. Hani“Biz başladı demeden başlamaz” buyurmuşlardı, ama Musul operasyonuna Türkiye’siz başlamışlardı. Hani “İran ile Irak birlik olup Şiilik yapıyor, ABD ise bu ittifaka tam destek veriyor, bu arada Arap Birliği bile bunlardan yana tavır alıyordu!? ”Şimdi aynı Amerika’yla suç ortaklığı nasıl yapılırdı? Hani, Musul’daki katliama bulaşmayacaktık! Hem “Eğittiğimiz iki bin kişi operasyona katılacaktı, hem de, “Musul’da katliam yapılıyor” diye yakınacaksınız, bu ne denli tutarlı bir yaklaşımdı? Hem İbadi’ye yüksek perdeden atıp tutmak, hem de Irak Merkezi yönetimi ile yaşanan Başika kampı krizinin ardından bir heyeti uzlaşma görüşmeleri için Irak’a yollamak” nasıl bir kahramanlıktı?
Erbakan Hoca defalarca uyarmıştı
1 Mart tezkeresi, İslam coğrafyasının işgaline zemin hazırlamak için planlanmıştı, ama Erbakan Hoca’nın uyarıları sonucu Meclis’e takılmıştı. Şimdi 15 Temmuz askeri darbe girişiminin sebebi bile bu tezkerenin kuyruk acısıdır. Erbakan Hoca, o yıllarda vekilleri ve halkı çok uyarmıştı. Kamuoyu tezkerenin onaylanmasına karşı çıkmıştı. 2. tezkere bile Meclis’e takılmıştı. Irak’ta 15 yıl içerisinde 2 milyon kişi katliama uğradı bunların 500 bini çocuklardı. 1 Mart tezkeresinin büyük bir algı operasyonu olduğu unutulmamalıdır, dönemin hükümeti tarafından sözde Saddam’ın zulmüne son vermek için Irak krizi konusu masaya yatırıldı ve kasıtlı algı operasyonları yaşandı. 80 bin ABD askeri güneye ağır silahlarla konuşlanacaktı. Tezkere hazırlandı. Meclis’e sunulmadan ABD, İskenderun’a yaklaştı. Dolaylı olarak işgal süreci yaşanmıştı. O süreçte Milli Görüş hareketi ABD askerlerinin ülke sınırlarına girmemesi için büyük bir çaba harcadı. Ülkenin içine sürüklendiği ağır ekonomik bunalım karşısında ABD’den 8 milyar Dolar alınmıştı. Erbakan Hoca ‘Irak’ta katledilen bir çocuğun vebali dahi yakanızı bırakmaz’ uyarıları sonucu 1 Mart tezkeresi çıkmamıştı.
Suriye’deki Fırat Kalkanı harekâtında TSK desteği ile Dabık’ın ele geçirildiği ve Özgür Suriye Ordusu’nun El Bab’a yöneldiği bir aşamada aylardır beklenen Musul operasyonun zamanlaması anlamlıydı. Musul’un dört bir yanını kuşatan Irak hükümetinin ve koalisyon güçlerinin bir hattı bilerek açık bırakması da kafa karıştırıcıydı. Bu hattın, kaçmak isteyen DAEŞ’liler için açıldığı, böylece Musul’da zaten güç kaybetmiş örgütün yerleşik güçlerinin iyice dağılmasının amaçlandığı yorumları yapılmıştı. Ancak kaçan DAEŞ’lilerin gidebileceği yerlerin başında Özgür Suriye Ordusu’nun yöneldiği El Bab ile Rakka’nın gelmesi Ankara’ya göre operasyonun zamanlamasını kuşkulu ve kasıtlı hale sokmaktaydı. DAEŞ’in Dabık’tan atılmasının hemen ardından Musul’a yönelik uçuşların ve topçu atışlarının başlamasının, ertesi gün Musul’a varılmasının, yani bu kadar hızlı davranılmasının normal şartlara uygun olmadığı açıktı. İşte bunun nedeninin de Türkiye’nin Suriye’deki etkisini azaltma amaçlı olduğu sırıtmaktaydı. Özetle; Türkiye’nin Suriye’de PYD-PKK planlarını boşa çıkarıp güneye ilerlemesini durdurmanın bir yolunun da DAEŞ’i Musul’dan bu bölgeye çekmek olduğunu söyleyenler haklıydı.
Musul’a düzenlenen harekât ‘Haçlı Seferi’ görüntüsü taşıyor. Çünkü, IŞİD’e karşı düzenlenen harekâtın her tarafında ABD, Fransa ve İngiltere izleri bulunduğu halde, Arap ve Kürt unsurların asker ve polislerinin ön planda olduğu görüntüsü tercih ediliyor ve böylece İslam’a karşı yeni Haçlı İttifakı gizlenmeye çalışılıyor. ABD, Fransa ve İngiltere, havadan ve karadan, uçakları ve tanklarıyla sanki harekâta hiç katılmıyorlarmış gibi yapıyor… TV ekranlarına, gazete manşetlerine de kamyonların üzerinde IŞİD’le savaşmaya giden Iraklı asker ve polislerin görüntüleri yansıtılıyor… Oysa kendi teslim ettikleri Musul’u IŞİD’in elinden kurtarmayı amaçlayan harekâtın hazırlıklarının iki yıldır sürdüğü biliniyor. Yani IŞİD’in Suriye’deki varlığını Irak’a taşıdığı ve Musul’u eline geçirerek bütün dünyanın dikkatini üzerinde topladığı ilk günlerden beri…(bu sözde kurtarma operasyonu hazırlanıyor)… Beklendi beklendi ve birdenbire şimdi (Türkiye El-Bab’ı geri alınca) harekat başlatılıyor!? Acaba “Amaç bu harekât ile IŞİD’i bütünüyle ortadan kaldırmak mı, yoksa bir ‘haydut devlet’ daha ortaya çıkarmak mı?” sorusu halâ kafaları kurcalıyor… ABD, Fransa ve İngiltere öncülüğünde yürütülen harekâtın, Ortadoğu insanının bilinç-altında yerleşik halde duran ‘Haçlı Seferleri’ tarihi arka-planı yüzünden, zaten var olan Batı ürpertisini yeniden canlandırmak için ekranlara sürekli Peşmergeler ve Irak askerleri yansıtılıyor. Üstelik IŞİD yenilse ve bu topraklardan defedilse bile, onun yerini ondan daha vahşi bir başkasının, örneğin IŞİD’ten barbar Şii Haşdi Şabi militanlarının alabileceği hiç gündeme taşınmıyor… “Keşke Türkiye İslâm Dünyası’nı ayaklandıracak bir hamleyle büyük bir cephe oluşturabilse ve sorunun çözümü bu coğrafya içerisinde sağlanabilseydi.” “Doğulu-Batılı güçlerin (yani küfür cephesinin) birleşip yürüttüğü bir savaşla dünya tarihinde daha önce hiç karşılaşılmadığını” ve savaşın bazılarının bekledikleri türden ‘İslâm Dünyası’nın 30 yıl savaşı’ olabileceğinden endişe etmekteyim” diyen Fehmi Koru; “Erbakan’ın projeleri dışında hiçbir huzur ve kurtuluş çaresi kalmamıştır”gerçeğini dile getiremiyordu.
“1 Mart tezkeresi’ (2003) öncesi günlerde… Devamını okumak için tıklayınız.