İDLİB SORUNU VE AKP İKTİDARININ DURUMU

824
Paylaş:

27 Eylül 2018

2018 Eylül ayı ortasında Karadeniz kıyısındaki Soçi Zirvesi’nde alınan kararları, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu açıklıyordu.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan ile Rusya lideri Vladimir Putin arasında Soçi’de varılan İdlib anlaşmasının ayrıntılarını şöyle sıralamıştı:

1- Soçi mutabakatına göre İdlib’in sınırları korunacak, statüsünde değişiklik olmayacak. Herkes bulunduğu yerde kalacaktı.

2- 15-20 km derinliğinde alan ağır silahlardan arındırılacak. Siviller yerinde duracak. Sadece terörist gruplar çıkartılacaktı. Ne rejime muhalif gruplar ne de Esad yanlıları güya bu arındırılmış-tampon bölgeye yaklaşmayacak ve böylece bir çatışma yaşanmayacaktı.

3- İdlib’e saldırı olmaması ve rejimin İdlib’e sokulmaması için Rusya tedbir alacaktı.

4- Türkiye’nin 12 gözlem noktası duracak, Rusya ve TSK devriye görevini aksatmayacaktı. TSK bölgeye ilave askerler yollayacaktı.

5- Silahsızlandırılmış alan radikal gruplardan arındırılacak; halk ve ılımlı muhalif oluşumlar yerinde kalacak ve ateşkes sağlanacaktı.

6- 15 Ekim itibarıyla ağır silahlar, silahtan arındırılmış bölgeden çekilip çıkarılacaktı. Sadece ılımlı muhaliflerin elindeki hafif silahlar kalacaktı.

7- Bu yılsonuna kadar ticaret için önemli olan (Suriye’deki) M4 ve M5 otoyolları trafiğe açılacaktı.

Şimdi bizi asıl ürküten ve düşündüren konu, 4. maddeye göre Türkiye’nin İdlib bölgesine göndereceği yeni birliklerle sayısı artacak olan askerlerimizin; Rusya’nın ihmali ve Esad rejiminin, ABD ve İsrail’in kışkırtması ile beklenmedik bir saldırısıyla büyük kayıplara uğramasıydı. Her ihtimali hesaba katmak ve buna göre tedbirli ve temkinli olmak aklın ve savunmanın icabıydı. Evet MSB Hulusi Akar’ın da belirttiği gibi, bu İdlib mutabakatı, hem bölge halkı için, hem de anlaşma taraftarları için önemli bir kazanımdı. Ancak bir Rus uçağının Suriye tarafından yanlışlıkla vurulması ve İsrail’in suçlanması cinsinden “Savaş Kazaları(!)” ve Haçlı-Siyonist tuzakları için herhalde hazırlıklı olunmalıydı. Ve unutmayalım ki, Suriye’nin kuzey doğusunda (Fırat’ın da doğusunda) yapılandırılan PKK-PYD tehdidini ne Rusya ne de İran ağızlarına bile almamışlardı.

Tahran’dan 12 maddelik bir sonuç bildirgesi çıkmasına ve bu bildirgede de bölgedeki siviller faktörüne tamamen kör olmayan maddeler bulunmasına rağmen diyebiliriz ki; Tahran Zirvesi’nde Türkiye’nin tezleri açısından bakıldığında Astana’da gelinen noktanın gerisine düşülmüş durumdaydı. Bundan sonrasının daha iyiye gideceğine dair bir işaret de bulunmamaktaydı. İçimizdeki İran ve Rusyacıların, Türkiye’yi Esad’la görüşmeye ikna çabalarının gösterdiği üzere, Esad Suriye’de Rusya ve İran’ın desteğiyle güçlenmeye devam ettikçe, orantısal olarak Türkiye’nin önerileri de red cevabıyla karşılanacaktı. Tıpkı Tahran’da Türkiye’nin bildirgeye “ateşkes” ifadesini yazdırmak istemesini, Rusya ve İran’ın reddetmesi gibi olacaktı.

Rusya ve İran’ın bu kez, Türkiye’nin taleplerini ciddiye alması ve bölgedeki sivillerin korunmasını sağlamayı kabul etme noktasında neden Astana’nın gerisine düştüklerine gelince; bunun nedenlerinden birincisi; her iki ülkenin de uzun süreli ve derinlikli ittifaklar kurulabilecek denli güvenilir aktörler olmayışıydı. Hem Rusya, hem İran’ın dış politikada tavizsiz şekilde salt çıkarları ve kendi öncelikleri doğrultusunda hareket etmeleri buna yol açmıştı. İran, toplantıda: “İdlib sonrası ikinci aşama Fırat’ın doğusudur. ABD’nin Suriye’deki mevcudiyeti meşru değildir ve çıkmalıdır” diyerek aslında bu iki ülke sorunlarının daha çok ABD ile olduğunu da açıklamışlardı.

Öte yandan, İdlib’in Esad için vazgeçilmez olduğunu varsaysak bile, Rusya neredeyse tamamen kendi kontrolünde olan Esad’ı bazı tavizlere ikna etmenin bir yolunu bulabileceği halde bunu yapmamıştı. Esad’ın amacını ve niyetini tekrarlayarak, krizi perçinlemeye çalışmış, hem de canlı yayında Türkiye ile açıktan ters düşmeyi göze almıştı. ABD ise, her ne kadar ne Obama ne de Trump döneminde bölgeye ağırlığını koyamamış olsa da, hatta Türkiye düşmanı terör örgütlerini destekleyerek, müttefiki olan Türkiye ile güven ilişkisini bozarak, yapılacak en yanlış işi yapmış ve dolayısıyla bölgedeki etkinliğini yitirmiş olsa da, Rusya’nın Suriye’de bu kadar güçlü duruma gelmesinden rahatsızdı. Dolayısıyla bu durum, yani dışarıdan bakanlara şer gibi gözüken ve Türkiye’nin bir kez daha yarı yolda bırakıldığını düşündürten Tahran Zirvesi; birçok hayırlara yol açacak diye bakanlar yanılmaktaydı.

ABD ile ilişkilerimizin, bu ülkenin, Rusya’nın Suriye’deki varlığından ve Doğu Akdeniz’e tamamen hâkim olmasından duyacağı rahatsızlıkla doğru orantılı olarak düzeltilebileceğine inananlar da yanılmaktaydı. İdlib konusunda Rusya ile ilgili bugüne dek olumsuz yorum yapanların ya da Rusya’ya çekinceli duranların tamamen haklı oldukları da ortaya çıkmıştı. Rusya’nın Esad’ı sakinleştirmek yerine müttefik ilişkisi içinde olduğu Türkiye’ye çarçabuk sırtını dönmekle aslında kendi ayağına sıktığı da unutulmamalıydı.

Ankara, bir yandan İdlib konusunda uluslararası bir kamuoyu oluşturuyor; Suriye’nin geleceği için siyasi süreç seçeneğinin Batı başkentlerinde yeniden ana gündem maddesi olması için çabalıyordu. Diğer yandan ise Moskova ile İdlib’de bir orta yol bulmak için müzakerelerini sürdürüyordu. Dünya medyasının da Tahran zirvesinden sonra İdlib krizi etrafında üç konuya odaklandığı gözleniyordu: 1- İdlib’deki anlaşmazlık sebebiyle Türkiye ve Rusya’nın arasının açıldığı ve Astana’nın çökme aşamasına girdiği. 2- Türkiye’nin Suriye’de Rusya’dan uzaklaşarak ABD’ye yöneleceği. 3- HTŞ ve diğer radikal gruplarla nasıl mücadele edileceği.

“İnsani felaketle” sonuçlanacak ve tüm muhalifleri hedef alacak bir operasyonun Astana sürecine çok büyük zarar vereceği konuşuluyordu. Hâlbuki İdlib sonrasında Suriye’nin geleceğinin belirlenmesinde Rusya’nın Türkiye’ye ihtiyacı bulunuyordu. Suriye’nin yüzde 26’sını ABD destekli YPG kontrol ediyordu. Daha önemlisi, petrol ve su kaynakları YPG işgalindeki bölgede bulunuyordu. Türkiye – Rusya arasındaki çok boyutlu (savunma sanayisinden enerjiye kadar) işbirliğinin İdlib sebebiyle krize girmesi tarafların uzun vadeli menfaatlerine de darbe vuruyordu. Ankara, ılımlı muhalifler olmadan Suriye’de kalıcı bir barış olmayacağını düşünüyordu. Ayrıca, İdlib’de 12 gözlem noktası olan Türkiye’nin bu krizde kenarda seyirci kalması beklenmiyordu. Bu sebeplerle Ankara ve Moskova’nın yeni bir gerginliğe girmek yerine, Tahran ve Şam’ı dengeleyecek bir formül bulmaları daha akla yatkın görünüyordu.

Rusya’nın Suriye Özel Temsilcisi Alexander Lavrentiev, İdlib’deki durumun barışçı bir çözüme kavuşturulmasını umduklarını söyledikten sonra topu Türkiye’ye atıyordu.

İdlib vilayeti Türkiye’nin bir tür sorumluluk alanı; ılımlı muhalifleri aşırıcılardan, Jabhat el Nusra ve diğer gruplardan ve diğer terör örgütlerinden ayırmak onların sorumluluğu...” Lavrentiev, bu açıklamasını Cenevre’de BM Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura ile görüşmesinin ardından yapmıştı. Reuters’ın geçtiği haberin dikkat çeken bir yönü, Lavrentiev’in Astana ortakları Rusya, İran ve Türkiye’nin İdlib’deki askeri operasyonların “şeması ve mekanizması” üzerinde “anlaşacaklarını düşündüğünü” vurgulamasıydı.

Görüleceği gibi, herkes bir şekilde Türkiye’nin İdlib’deki cihatçı gruplar ve bu çerçevede El Nusra, yani onun uzantısı Heyet Tahrir’üş Şam (HTŞ) üzerinde nüfuz kullanmasını bekliyordu. Bütün bu beklentiler, Türkiye’yi 2011’den bu yana süren Suriye iç savaşının geldiği en kritik yol ayrımında çok zor bir görevle karşı karşıya getiriyordu. Türkiye’nin önündeki sınamanın boyutlarını anlayabilmek için sahadaki duruma bir kez daha bakmak gerekiyordu. Bunu yaparken öncelikle İdlib’deki oyuncuları iki kategori içinde değerlendirmek gerekiyor. Birinci kümede ‘terörist’ olarak nitelendirilen unsurlar, ikinci kümede ise ‘silahlı muhalefet’ grupları bulunuyordu. Her iki kümenin de toplamı genellikle 50-60 bin aralığında telaffuz ediliyordu. Rusya’nın Güvenlik Konseyi’nde kayda geçirdiği rakam 50 bini aşıyordu. Birinci kategoride El Kaide, onun Suriye uzantısı El Nusra ve onun içinden çıkmış olan Heyet Tahrir’üş Şam (HTŞ) yer alıyordu. El Nusra-HTŞ çizgisindeki grupların büyüklüğü konusunda 10-15 bin aralığında farklı rakamlar telaffuz ediliyordu. Ayrıca HTŞ organizasyonu dışında olmakla birlikte Uygur, Özbek ve Çeçen cihatçı gruplar da yine terörist kategorisine giriyordu.

Astana sürecinde bu gruplara karşı önlem alınması meşru görülüyordu.

İkinci kategoride Suriye muhalefetinin parçası olarak kabul edilen cihatçılar bulunuyordu. Bu gruplar yakın zamana kadar çok dağınık bir görüntü çizerken, önce 2018 Şubat ayında ‘Suriye Özgürlük Cephesi’, Mayıs ayında da ‘Ulusal Özgürlük Cephesi’ adlarında iki ayrı çatı altında toplanmış bulunuyordu. Ardından Ağustos ayının başında her ikisi de ‘Ulusal Kurtuluş Cephesi’ adında tek bir şemsiye altında birleşti. Bu büyük koalisyonun içinde Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) bileşenleri arasında yer alan ve TSK ile birlikte Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarına katılan gruplar da yer alıyordu.

Muhalif grupların tek çatı altında konsolidasyonda Türkiye’nin perde arkasından sessizce yürüttüğü mesainin belirleyici bir rol oynadığı biliniyordu. Bu gruplar, Astana kriterleri çerçevesinde ‘muhalefet’ statüsünü kazandıkları için en azından kâğıt üstünde Astana sürecindeki ateşkes rejiminin güvencesi altındalardı. Bu konumlarıyla bulunacak siyasi çözüm arayışı içinde de yer almaları öngörülüyor. Asıl sorun bu kümeden çok terörist kategorisinde olan HTŞ’nin tasfiyesinde düğümleniyordu. Meselenin bir boyutu daha vardı; özellikle ılımlı muhaliflerin HTŞ’den ayrılması kastedilirken, ‘savaşçılar’ dışında iç savaşta direnişe destek vermiş halk kesimlerinin de kastedildiği anlaşılıyordu. İdlib’de geniş bir alan hâkimiyeti olan HTŞ ile sivil halk kesimleri arasında temasın kesilebilmesi, daha doğrusu sahada böyle bir ayrışmanın sağlanabilmesi de kolay gözükmüyordu.[1]

“Pentagon (ABD Savunma Bakanlığı) Sözcüsü Eric Pahon’un “Türkiye’nin güney sınırında kendi güvenlik kaygılarını gidermek için atacağı adımlara saygı duyarız” şeklindeki sözleri Hürriyet’in manşetinde yer almıştı. Hürriyet, İdlib gündeminde attığı bu manşetle Haydut Devlet ABD’yi “sempatik” gösterme çabasındaydı! Eric Pahon’la röportajı yapan “iliştirilmiş gazeteci” Cansu Çamlıbel’in “Türkiye’nin İdlib halkının güvenliğini sağlamak için 20 bin Özgür Suriye Ordusu savaşçısını bu bölgeye göndermeye hazırlandığı yönünde haberler var. ABD’nin bununla ilgili bir çekincesi olur mu?” şeklindeki sorusunu, Pentagon Sözcüsü şöyle yanıtlamıştı: “Orası sonuçta Türkiye’nin güney sınırıdır ve burada yaşananlarla ilgili kaygılar taşıyorlar. Dolayısıyla, kendi sınırlarında güvenliği sağlamaları arzusunda iseler buna saygı duyarız…”

Bu laflar “göz boyamak” içindir ve içi boş lakırdılardan ibarettir. Terörizmin Mühendisi Amerikan Devleti, her zamanki düzenbazlığını, üçkâğıtçılığını, yalancılığını sergilemekteydi. Tam da burada, soralım: ABD; Türkiye’ye yahut Türkiye’nin kaygılarına saygı duyduğu için mi; sınırımızda, burnumuzun dibinde PKK devleti kurabilmek gayesiyle bunca zamandır yırtınıp didinmekteydi?

Hürriyet Washington Temsilcisi’nin “Ankara’nın Suriye sınırındaki hangi hamlesi ABD açısından kırmızı çizgi olur” şeklindeki “iliştirilmiş” sorusuna ise Mr. Pahon şu karşılığı veriyordu:

“Bizim açımızdan sorun eğer kendi adamlarımız ve birlikte çalıştığımız güçler tehlikedeyse çıkıyor…” Bunların “birlikte çalıştıkları güçler” PKK-YPG-PYD’li teröristler olduğuna göre; ABD, aslında terörizmin hamisi pozisyonunu -kendi beyanıyla- söylemiş oluyordu. Satır aralarına dikkat buyurunuz: Pentagon’un Sözcüsü; PKK’lı teröristlerin Türkiye’ye saldırmasını değil de, Türkiye’nin PKK’lıları temizlemesini “tehlikeli bir durum” olarak görüyordu! Faşist ABD, yaklaşık on iki bin kilometre uzaktan gelip PKK devleti kurma planıyla sınırımızda güya “kırmızıçizgi!” oluşturacak; buna mukabil, Türkiye’nin burnunun dibinde bile bir “kırmızıçizgisi” olmayacak, ha!” diyen yazara sormak lazımdı: Peki hala aynı ABD ile stratejik ortaklık oynayan iktidara ne buyurmalıydı?

İdlib konusunda şu tespitleri yapmak gerekiyordu.

İdlib, Suriye’nin kuzeybatısında, Türkiye’nin Hatay ilinin güneydoğusunda yer alıyordu. Kuzeyinde ise yine TSK destekli muhaliflerin kontrolü sağladığı Afrin bulunuyor. Vilayetin güneyi Esad rejiminin kontrolünde. Şam yönetimi liman kenti Lazkiye’yi Halep, Rakka ve Deyrizor’a bağlayan M4 ile Şam’ı Halep’e bağlayan M5 otoyolunu kontrol altına almak istiyordu. İdlib’den geçen bu iki yol da ticaret için önemli sayılıyordu.

İdlib için muhaliflerin kontrolündeki son vilayet deniyordu. Oysa Suriye’nin kuzeydoğusu ve Rakka’ya doğru sarkan bölüm dahil ABD’nin desteklediği terör örgütü PKK’nın uzantısı YPG’nin ana unsur olduğu SDG’nin kontrolünde bulunuyordu. Bu topraklar neredeyse Suriye’nin dörtte birini teşkil ediyordu. Esad rejimi bir yandan Suriyeli Kürt temsilcilerle söz konusu bölgelerin statüsüyle ilgili müzakere yürütürken İdlib’i zaferin önünde son engel olarak görüyordu.

Söz konusu vilayet 2015 yılının başından bu yana Esad muhaliflerinin kontrolünde tutuluyordu. 2015 Eylül ayında Rusya’nın savaşa dahil olması ve İran’ın desteğiyle birlikte Esad rejimi güç toplarken; Türkiye, Rusya ve İran, Astana süreci çerçevesinde gerilimi azaltmak üzere dört çatışmasızlık bölgesi ilan ediliyordu. İdlib hali hazırda çatışmasızlık bölgesi ilan edilen ve rejimin kontrolüne geçmeyen son bölge oluyordu.

Esad ve destekçileri diğer üç gerilimi azaltma bölgesi olan Humus, Doğu Guta, Deraa ve Kuneytra’yı kontrol altına alırken burada yaşayan binlerce sivil ve silahlı muhalif tahliye anlaşmalarıyla İdlib’e taşınıyordu. Tahliyelerle İdlib’de nüfus neredeyse iki misli artıp 3 milyonu aşarken 1 milyonunun çocuk olduğu tahmin ediliyordu. TSK’nın da İdlib’de 12 gözlem noktası bulunuyordu.

Terör örgütü El Kaide’nin uzantısı olan Nusra’dan türeyen Heyet Tahrir el Şam (HTŞ- Şam’ı Özgürleştirme Heyeti), İdlib’in yüzde 60’ını kontrol ediyordu. İdlib kent merkezi ve kuzey sınırı HTŞ’nin denetimi altında bulunuyordu. İdlib’de HTŞ’nin yanı sıra ÖSO grupları ve diğer muhalifler yer alıyordu. Türkiye de BM Güvenlik Konseyi kararları uyarınca HTŞ’yi Nusra’nın devamı olarak terör örgütü listesine alıyordu.

Türkiye, baştan beri Suriye’nin toprak bütünlüğünden yanaydı, çünkü kendi toprak bütünlüğü için de bu desteklenmesi gereken önemli bir unsurdu. Nitekim Astana üçlüsünün Tahran’da yaptığı zirvede bu bir kez daha vurgulanıyordu. Ancak Esad’ın İdlib’i alması halinde muhaliflerin pazarlık masasında toprak gibi önemli kozun ellerinden alınmasından korkuluyordu. Ayrıca İdlib, Suriye’nin kuzeyinde Akdeniz’e doğru oluşturulmak istenen PKK’nın terör koridorunun önünde ciddi bir tampon olarak da duruyordu.

“Türkiye, radikal unsurların ılımlı unsurlardan ayrılmasını önererek rejimin geniş çaplı olası bir harekâtının önüne geçmek istiyordu. Rus tarafı, radikal unsurların ılımlılardan ayrılmasının Türkiye’nin sorumluluğunda olduğunu düşünüyordu. İdlib’de 16 grubun bir araya gelerek oluşturduğu Ulusal Kurtuluş Cephesi ve ÖSO’nun yerine kurulan Milli Ordu’dan HTŞ’ye yönelik lağvedilmesi çağrıları yapılıyordu. Ancak HTŞ içinde yer alan radikal unsurlar böyle bir çağrıyı kabul etmiyordu. Bir de Ankara, Rusya’nın Suriye’deki Hmeymin hava üssüne İdlib’den saldırı düzenleyen unsurların kuzeye çekilmesi önerisi yapıyordu. Bu önerilerin hayata geçmesi Rusya, İran ve Esad rejimini İdlib hedefinden vazgeçirmeye yeterli olmuyordu.

İdlib, 2011’den beri süren iç savaşın en kritik aşamasını oluşturuyordu. İdlib tek başına Türkiye’nin problemi gibi sunuluyordu. Çünkü buraya yönelik olası bir basınç, yeni mülteci krizi olarak hem Türkiye hem de Avrupa’yı etkileme potansiyeline sahip bulunuyordu. AB’den gelen ‘İdlib’de sessiz kalamayız’ gibi açıklamalar kafa karıştırıyordu.[2]

“Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin ve Ruhani’ye, TV ekranlarından bütün dünyaya ifade ettiği şu sözlerin altını çizmek gerekiyordu: “İdlib sadece Suriye’nin siyasi geleceği için değil, bizim milli güvenliğimiz ile bölgenin barış ve istikrarı bakımından hayati öneme sahiptir.” Oysa Rusya ve İran olaya böyle bakmıyordu; onlar Suriye’de nüfuz kazanma peşinde koşuyordu. En önemli görüş farkları, İdlib ve PKK’nın Suriye kolu YPG konularında ortaya çıkıyordu. Erdoğan, “Bizler İdlib’e odaklanırken Fırat’ın doğusunda arzu etmediğimiz gelişmeler yaşanıyor, Amerika’nın bölgede bir diğer terör örgütünü güçlendirmeye devam etmesinden rahatsızız” diye konuşuyordu. Rusya ve İran’ın bu konuda da “Astana ruhu” uyarınca davranmasını istiyordu. “Tehdidin kaynağına ve boyutuna göre gereken adımları atmayı sürdüreceğiz” diyerek Türkiye’nin kararlılığını vurguluyordu. Fakat Putin ve Ruhani PKK ve YPG’yi ağızlarına almıyordu. “Terör örgütleri” terimiyle sadece Esad’ın silahlı muhalifleri kastediliyordu. Ruhani, “Siyonistleri destekleyen ABD Suriye’den çıksın” diyerek bildik İran dış politikasını sahneliyor, etnik terörü görmezlikten geliyordu.

Putin ve Ruhani Esad rejimini “tek meşru otorite” olarak tanımlıyordu, Erdoğan itiraz ediyor, bu tartışmayla ilgili olarak, Putin, İdlib’deki cihatçı örgütlerden yakındığında, Erdoğan, Rusya’nın bu endişesini anladıklarını belirtip, o örgütlerin çıkarılmasını, yerlerine “ılımlı muhalifler”in getirilmesini öneriyor, Putin buna da yanaşmıyordu. Putin; “Suriye’nin yüzde 90’ına” hâkim kıldığı Esad’ın bütün Suriye’ye hâkim olmasını sağlamaya çalışıyordu. Ama o zaman da Suriye siyasi ve askeri bakımdan Rusya ve İran’ın nüfuz bölgesi oluyor, “yeni Suriye” ve “anayasa” konularında mutlak söz sahibi haline geliniyordu. Rusya’nın PKK’yı bile terör örgütü saymadığını hiç unutmamak gerekiyordu.”[3] diyen yazar, çaktırmadan Türkiye’yi ABD ve İsrail safına itmeye mi çalışıyordu?

Bu arada MSB Hulusi Akar: “Suriye’ye yönelik askeri bir operasyon felaket olur” diye uyarıyordu!

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, Türkiye’nin sadece Suriye ve Irak’ın değil tüm komşularının toprak ve politik bütünlüğüne saygılı olduğunu belirterek önemli açıklamalarda bulunmuşlardı: “Ancak bu ülkelerden ülkemize saldırı gerçekleştirilmesine sessiz kalmadık, bundan sonra da kalmayacağız. Rusya, İran ve müttefiklerimizle bölgeye barış ve istikrarın getirilmesi ve insani bir dramın engellenmesi için yoğun çaba harcamaktayız. İdlib’de herhangi bir askeri operasyon zaten problemli olan bölgeyi bir felakete sürüklemesinden endişe duymaktayız. Sadece birlikte hareket ederek hem bölgedeki hem de dünyadaki problemlere barışçıl çözümler bulabileceğimize inanmaktayız. İnsanların sadece kimyasal silahlarla değil, konvansiyonel silahlarla da öldürülmesine karşı çıkmalıyız. Önemli olan radikallerle muhaliflerin ayrıştırılmasıdır.”

Rejimden kaçan Mehmetçiğe sarılıyordu!

İdlib’de rejimin saldırıları nedeniyle evlerini terk edenlerin sayısı 40 bine ulaşıyordu. İdlib’liler, Sırman’da TSK’nın gözlem noktalarına sığınıyordu.

Suriye rejim güçleri Rus savaş uçaklarının desteğiyle İdlib’in güneyi ile Hama’nın kuzeyindeki kırsal bölgelere yönelik başlattığı hava saldırılarını aralıklarla devam ettiriyordu. Hava saldırıları ve topçu atışlarıyla hedef alınan İdlib ve Hama kırsalındaki köylerde yaşayan binlerce kişi ise tedirginlik yaşayınca evlerini terk ederek güvenli gördükleri bölgelere göç etmeye başlıyordu. Savaş uçaklarının hedef aldığı köylerde yaşayan bazı siviller TSK’nın gözlem noktaları çevrelerine sığınarak saldırılardan korunmaya çalışıyordu. Hava saldırılarının başlamasının ardından İdlib kırsalındaki köylerde evleri yıkılan 40 bin civarında sivil, göç ederek İdlib veya iç kesimlere gidiyordu. Ancak, saldırılara hedef olmalarına rağmen evlerini terk etmek istemeyenler ise terk ettikleri köylerine birkaç kilometre mesafedeki boş araziler ve tarlalara giderek barınmaya çalışıyordu.

Oysa Amerika Suriye’ye yerleşiyordu!

ABD, terör örgütü YPG/PKK işgalindeki alanlarda yeni askeri üsler kurarak Suriye’deki askeri varlığını önemli oranda güçlendiriyordu. AA’ya göre Suriye’deki inşa edilen son askeri üslerin inşaat faaliyetleri sonuçlanınca, ABD’nin ülkedeki askeri mevcudiyeti toplamda 18 noktaya ulaşıyordu. ABD, Ekim 2015’te başlayan üs faaliyetleri çerçevesinde ilk olarak Haseke’de 2 hava üssü inşa etmiş, daha sonra Rakka ve Münbiç’te toplam 8 operasyonel askeri nokta oluşturmuştu. Temmuz 2017’den bu yana 2’si Münbiç’te, Fırat Kalkanı unsurlarına yakın bölgelerde olmak üzere ABD’ye ait toplam 5 yeni üs ve operasyonel nokta daha kurulmuştu. AA’nın ulaştığı yerel kaynaklar, ABD’nin son bir ayda başlattığı askeri üs inşaatlarının, bölgede kalıcı olma planının parçası olarak değerlendiriyordu.

ABD Suriye’de petrolü ve İsrail’in güvenliğini koruyordu!

Enerji zengini Deyrizor’da inşa edilen askeri üssün hem ülkenin en büyük petrol sahası El Ömer’e hem de terör örgütü DEAŞ’ın kentteki son kalesi Heccin’e yakın bir bölgede olduğu belirtiliyordu. Yaklaşık bir ay süren üs çalışmaları kapsamında kargo uçaklarının inişi için pistler olacaktı. Böylece bölgeye takviyeler, kara yerine havadan gönderilebilecekti. Süren inşaat faaliyetlerinin tamamlanmasıyla, ABD’nin bölgedeki askeri varlığı toplamda 18 noktaya ulaştırıyordu. ABD merkezli Wall Street Journal (WSJ) gazetesi, Trump yönetiminin Suriye politikasında değişikliğe giderek ABD askerlerinin ülkede kalış süresinin ‘belirsiz’ bir hale getirildiğini yazıyordu.

ABD Suriye’deki askeri varlığını artırıyordu!

ABD, terör örgütü YPG/PKK işgalindeki alanlarda yeni noktalar kuruyordu. Suriye’de 5 yeni üs kuran ABD, özellikle Münbiç, Rakka ve Tel Abyad’daki askeri varlığını artırıyordu. ABD, Suriye’de müttefiki olarak nitelediği terör örgütü YPG/PKK işgalindeki alanlarda yeni operasyonel noktalar ve üsler kurarak askeri varlığını güçlendiriyordu. AA’nın Suriye’deki güvenilir yerel kaynaklara dayandırdığı haberine göre, Temmuz 2017’den bu yana toplam 5 yeni üs ve operasyonel nokta daha kurdu. Bunlardan 2’si Münbiç’te, Fırat Kalkanı unsurlarına yakın bölgede inşa edildi. Rakka’nın kuzeyindeki Tel Ebyad ilçe merkezinin güneybatısında 2 askeri nokta kurmuştu. ABD’nin, Irak sınırında yer alan enerji zengini Deyrizor ilinin YPG/PKK işgalindeki kısmında da bir üs inşası tamamlandı. Deyrizor’un güneydoğusundaki Saban petrol ve gaz sahasının güneyinde, Yeşilköy olarak anılan ve villa tipi yapılardan oluşan yerleşimin kuzeybatısındaki arazide üs kurulmuştu. Fırat Nehri’ne yaklaşık 10 kilometre mesafedeki alan, Saban petrol ve gaz sahası ile Tanak rafinerisini ve Ömer petrol sahasının ana havzasının kuzeyine açılan yolun birleşme noktasını kontrol ediyordu. Öte yandan ABD, Rakka’nın kuzeyinde terör örgütü YPG/PKK işgalindeki Aynularab’ın (Kobani) güneyinde havaalanı olarak kullanmaya başladığı Sırrin üssünü genişletiyordu. ABD, bu kapsamda Sırrin’deki buğday silolarına hava savunma ve sinyal istihbarat için radar ve çeşitli elektronik sistemler kurmuştu. ABD, Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kamışlı ilçesinin 3 kilometre doğusu ve batısında birer askeri nokta inşa ediyordu.

Oyunlar Kıbrıs üzerinde yoğunlaşıyordu!

Bu arada diğer bir tezgâh da Kıbrıs adasının kuzey topraklarından Türkiye’yi söküp atmak, garantileri kaldırmak, Türk Silahlı Kuvvetleri’ni gerisin geriye Türkiye’ye yollamak ve adanın tümü üzerinde Protokol 10’u uygulayarak Kıbrıs adasının tümünü AB topraklarına katmak (İmperiosis) şeklinde planlanıyordu. Ada çevresindeki doğalgazın ve petrolün tüm kullanım haklarını Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne (GKRY) bıraktırarak doğalgaz ve petrol üzerinde yönetici (imperatore) olmak hesapları yapılıyordu. Bu hedef doğrultusunda, içinde bulunduğumuz yapay ekonomik kriz bahane edilerek Kıbrıslı Türklerin beyinlerine ve kalplerine uzun yıllardır yaratmaya çalıştıkları “Türkiye düşmanlığı”nı iyice yerleştirmek ve Kıbrıslı Türkleri, “Rumlarla Federasyon kurmak isteyenler, AB’ye katılmak isteyenler, Türkiye’yi istemeyenler ve Türkiye’yi isteyenler olarak en az dört parçaya bölmek ve parçalamak için çalışmalar başlatılmış bulunuyordu. Kıbrıs’taki Grekofiller ve AB ile ABD sempatizanları (ajanları) dört elle bu şeytani göreve sarılıyor ve Kıbrıslı Türkleri bölmek uygulamasını başlatıyordu. Bölme aşaması tamamlandıktan ve kamplar belli olduktan sonrası çok daha kolay oluyordu. Para uğruna her işi yapmaya hazır olan kişiler devreye sokularak KKTC’nin planlı bir kaosa sürüklenmesi ve kaostan çıkış olarak da GKRY egemenliğinin KKTC topraklarını kapsaması yani Rumların egemenliğine razı olunması ve AB’ye katılımın hızlanması amaçlanıyordu.

BAE Savaş Uçakları, İsrail’le Birlikte Gazze’yi Bombalıyordu!

İsrailli akademisyen Edy Cohen kişisel twitter hesabından yaptığı paylaşımda; Birleşik Arap Emirlikleri Hava Kuvvetlerine ait bir uçağın, Siyonist İsrail Hava Kuvvetlerine ait uçaklarla birlikte Gazze Şeridi’ne saldırı düzenlediğini açıklıyordu. Edy Cohen’in Birleşik Arap Emirlikleri’yle ilgili iddiasına Dubai Polis Şefi Dahi Halfan, Cohen’in iddialarının doğruları yansıtmadığını belirtiyordu. İsrailli akademisyen Edy Cohen’in Dubai Polis Şefi Dahi Halfan’a cevabı gecikmiyor; Cohen, yaptığı twitter paylaşımında Dahi Halfan’a meydan okuduğunu belirterek, Birleşik Arap Emirlikleri pilotlarının İsrail’de F-35 eğitimi aldığını aktarıyordu. İsrailli analist Edy Cohen’in iddialarıyla ilgili henüz ne İsrail tarafından ne de Birleşik Arap Emirlikleri tarafından bir açıklama gelmiyordu. Birleşik Arap Emirlikleri ile İsrail’in son dönemde ilişkilerinin derinleştiği biliniyordu. New York Dergisi, İsrail’in 20 yıldan uzun bir zamandır Birleşik Arap Emirlikleri ile gizli ilişki içerisinde olduğunu yazıyordu.[4]

Çin ordusunun İdlib savaşında Suriye’nin yanında yer alacağı belirtiliyordu!

Bu arada Çin’in Suriye Büyükelçisi; Çin ordusunun, Suriye ordusuna terörizmle mücadelede yardımcı olacağını söylüyordu. Suriye’nin El-Vatan Gazetesine konuşan Çin’in Suriye Büyükelçisi Qi Qianjin; “Çin, Suriye buhranı boyunca Şam’ı siyasi alanda destekledi ve Suriye’nin yeniden yapılandırılmasında önemli rolü olacağı beklentisi olmasına rağmen şimdiye kadar doğrudan askeri bir desteği kabul etmedi” açıklamasında bulunuyordu.[5]

İran’ın Irak’taki Şii müttefiklerine onlarca füze yolladığı haberlerinin ardından İsrail, bölgeyi vurabileceğini açıklıyordu!

İsrail Savunma Bakanlığı, yaptığı açıklamada, Irak’taki İran hedeflerini vurabileceğini vurguluyordu. Daha önce Suriye’deki İran hedeflerini vuran İsrail’in Savunma Bakanı Avigdor Lieberman, “Suriye’de olan her şeyi kesinlikle gözlemliyoruz. İran hedefleri konusunda da, kendimizi sadece Suriye toprağıyla sınırlamıyorum. Bu da çok açık! Nereden gelirse gelsin, herhangi bir İran tehdidine karşılık vereceğiz” diyordu. Reuters haber ajansının özel haberine göre, Tahran yönetimi Irak’taki Şii müttefiklerine onlarca füze transfer ediyordu. Menzili 700 kilometreyi bulan füzeler, Irak’ın batısı veya güneyine konuşlandırılması halinde Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad ve İsrail’in başkenti Tel Aviv’i vurma kapasitesine sahip bulunuyordu. İran Devrim Muhafızları’nın Orta Doğu’ya sürdüğü Kudüs Güçleri’nin, Irak’ın hem güneyinde hem de batısında üsleri yer alıyordu. İddialara yanıt veren Irak Dışişleri Bakanlığı ise, İran’ın Haşdi Şabi’ye balistik füze verdiği iddialarının medyada dolaştığını ve bunu doğrulayacak bir delilin olmadığını hatırlatıyordu.

İç savaştaki Siyonist parmağı gizleniyordu!

Jerusalem Post Gazetesi, terörist İsrail’in El Nusra gibi örgütlere silah ve askeri destek sağladığı iddiasını, İsrail Ordusunun bir brifingi ile ilk kez doğruladığı haberi sitesinde yayınlamıştı. Haber kısa sürede kaldırılmıştı. Siyonist İsrail Ordusunun üst düzey yetkililerinin gazetecilere verdikleri brifingde Suriye Rejimi Başkanı Beşar Esad’ı devirmeye çalışan muhalif gruplara askeri destek verdiklerini resmen doğruladığı ortaya çıkmıştı. İsrail’in hükümet yanlısı gazetesi Jerusalem Post, akşam saatlerinde sitesinden “Ordu teyit etti: İsrail, Suriyeli isyancılara silah verdi” başlıklı haberi yayınlamıştı. Ancak diğer İsrail gazeteleri hiçbir şekilde konuya girmezken Jerusalem Post bir süre sonra haberi sitesinden kaldırmıştı. Ne var ki haberin siteden fotoğrafı çoktan çekilmişti ve silinmesinin ardından içeriği sosyal medyada paylaşılmıştı.

Tam bu hengâmede Filistin’e “konfederasyon” çengeli atılıyordu!

Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın Ürdün, Filistin ve Siyonist İsrail arasında konfederasyon kurulması planına dair açıklamasına tepki gösteren Hamas, söz konusu planı “Filistin meselesinin tasfiyesi” olarak nitelendirmişti. Ürdün’deki Müslüman Kardeşler Teşkilatı da bu planın Filistin halkının “gasbedilen topraklarını geri alma” hakkını kaybetmesi anlamına geleceğini belirtmişti. Mahmud Abbas, Ramallah’ta “Peace Now” isimli sivil toplum örgütüyle gerçekleştirdiği görüşmede, ABD Başkanı Trump’ın Yahudi damadı ve danışmanı Jared Kushner ile Uluslararası Müzakereler Özel Temsilcisi Jason Greenblatt’in, kendisine Ürdün’le konfederasyon kurulması teklifinde bulunduğunu söylemişti. Abbas’ın, “İsrail’in de konfederasyonun bir parçası olması şartıyla teklifi kabul edeceğini” dile getirdiği aktarılmıştı. Hamas Sözcüsü Hazım Kasım, Abbas’ın Ürdün, Filistin ve İsrail arasında kurulması planlanan “konfederasyon” fikrine ilişkin açıklamalarını, “Filistin meselesinin tasfiyesi” şeklinde nitelendirmişti. Kasım, “Abbas’ın Ürdün ve Siyonist oluşumla konfederasyonu kabulüne ilişkin açıklamaları, işgal güçlerinin, bölgenin doğal bir parçası olmak için harcadığı çabalara yardım ediyor. Filistin Devlet Başkanı, açıklamalarıyla, Filistin ulusal birliğinden kopmakta ısrarcı olduğunu vurguluyor” ifadesi dikkat çekiciydi.

Müslüman kardeşler: Filistin hakkını kaybeder

Ürdün’deki Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın siyasi kanadı İslami Çalışma Cephesi Partisi’nden, Filistin ile konfederasyon kurulmasının, Filistin halkının “gasbedilen topraklarını geri alma” hakkını kaybetmesi anlamına geleceği belirtildi. Partinin Sözcüsü Murad el-Adayile, “Konfederasyon fikri, Filistin halkının gasbedilmiş topraklarını kurtarma hakkını kaybetmesi demektir. Bu hak ancak tüm Filistin topraklarının kurtarılmasıyla kazanılır” demişti. Adayile, Ürdün halkının ve Filistinlilerin hakları pahasına olacak hiçbir çözümü kabul etmeyeceklerini belirtmişti.

İsrail Gazze denizini işgal ediyordu.

Gazze ablukasını kırmak maksadıyla 50 tekne ile denize açılan Filistinli eylemcilere İsrail Deniz Kuvvetleri silahla müdahale etmişti. Saldırıda birçok Filistinli yaralanıvermişti.

İsrail İşgal Güçlerine bağlı Deniz Kuvvetleri’nin, Gazze ablukasını kırmak isteyen Filistinlilerin 50 tekne ile denize açıldığı eyleme müdahalesi sonucu bir Filistinli yaralanıyor ve bölgedeki görgü tanıklarından alınan bilgilere göre, İsrail İşgal Güçleri, ablukanın kaldırılması talebiyle Gazze’den İsrail deniz sınırına yönelen teknelere ateş açıyordu. Müdahale sırasında sahilde bulunan Filistinli bir genç, Siyonist askerler tarafından kullanılan gerçek mermiyle yaralanıyordu. Gencin sağlık durumuna ilişkin henüz bilgi alınamıyordu. Ablukayı kırmak isteyen Gazzeliler, 29 Mayıs’tan bu yana altıncı kez denize açılma eylemi gerçekleştirdi. Teknelerde ise yaralı ve hastalar ile öğrenciler bulunuyordu.

Acaba Rusya Türkiye’yi ABD’ye mi itiyordu?

İlk bakışta “yukarıdaki başlık da nerden çıktı?” sorusu doğaldı. Çünkü yıllardan beri ABD ile Rusya düşman kardeşler olarak sunulmuş ve işin garip tarafı gelişmekte olan ülke halkları da buna inandırılmıştı. Gelişmekte olan ülkeler Rusya’nın hamlesi karşısında kendilerini ABD’nin kanatları altına atmış, ABD’nin karşı hamlesi karşısında da Rusya’yı koruyucu olarak algılamışlardı. Hâlbuki İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru dünya ABD, İngiltere ve Rusya arasında nüfuz alanlarına ayrıştırılmış, hangi alan hangi ülkenin payına düşmüş ise varılan anlaşma gereği ABD ve Rusya birbirlerine destek olmuşlardır. Bu durum soğuk savaş yıllarında böyle olduğu gibi Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yapıda fazlaca bir değişiklik olmamıştır. Kısacası, İngiltere ve ABD bu konuda bir tarafı oluştururken diğer tarafta da Rusya ve peykleri yer almışlardır. Dikkat edilirse geçen yaklaşık 70 yıl boyunca ABD ve Rusya bir çatışmanın içinde olmamışlardı. Zaman zaman çatışma noktasına gelmişlerse de bir çatışma yaşanmamıştı. Bunu söylerken çatışmaları gerektiğini savunuyoruz sanılmasındı. Sadece, aralarında dünyayı sömürü alanlarına ayırmış bu sömürgeci güçler çıkarları neyi gerektiriyorsa öyle davrandıklarını vurgulamamız lazımdı.

Bu girişten sonra yukarıdaki başlığı atmamıza sebep olan iki haberi aktarmakta fayda vardı. İlk haberimiz Rusya kaynaklı ve haberin başlığı şöyle atılmıştı: “Rusya’dan üçlü zirve öncesi ilginç çıkış: Ankara ile İdlib’deki amacımız örtüşmüyor”.

İkinci haberin başlığı ise şöyle atılmıştı: “Amerika Birleşik Devletleri: Türkiye’yle İdlib’de hemfikiriz”.

İki taraftan yapılan açıklamalar böyleydi ama Suriye’de olayların başlangıcından itibaren Türkiye ABD ile aynı safta yer almıştı. Hatta diyebiliriz ki AKP iktidarı ABD’den gelen telkinlerde Suriye’de birkaç ay içinde iktidarın değişeceğine inandırılmıştı. Bırakın birkaç ayı yıllar geçti Esad iktidarını korumaktaydı. Hatta Türkiye’nin geleceği konusunda söz söylemeye başlamıştı. Buna karşılık Rusya Esad’ın yanında yer almakta, bir yandan da Türkiye’nin endişelerini haklı bulduğu yönünde açıklamalar yapmaktaydı. Bir adım daha atarsak geçen zaman gösterdi ki ABD’nin de hedefinde Esad’sız bir Suriye söz konusu değil. Meseleye bu açıdan bakıldığında ABD ve Rusya’nın Esad’lı bir Suriye noktasında buluştukları açıkça ortaya çıkmaktaydı. Bu arada, ABD ve Rusya Suriye’de sahip olacakları kontrol alanları konusunda da bir anlaşmaya varmışlardı.[6]

Afrin gidiyor, sırada Hatay mı bulunuyordu!

Bir gözümüz İdlib’de, diğeri döviz kurlarındaydı. En sonda söyleneceği baştan söyleyelim; Türkiye, sanki felç edilmiş durumdaydı! İktidar temsilcilerinin verdiği görüntüye kanarsanız, Türkiye’de her şey güllük gülistanlıktı. Havuz medyasının sayfaları bol gülücüklü fotoğraflarla, Türkiye’ye destek mesajları ile dolup taşmaktaydı. Oysa gerçekler bambaşkaydı. Havuz medyasının görüntü ve fotoğraflarıyla taban tabana zıttı. Zihinlerimiz, masada lehimize olan, kazandığımız veya az bir parça avantajlı duruma geçtiğimiz tek bir husus bulmakta zorlanmaktaydı. Londra’daki “büyük buluşma”ya -isimleri bende saklı- Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun bir golf arkadaşı ve Londra bankacılık faaliyetleri olan bir Türk aracılık yapmıştı. Kaynaklarımın ifadesini aynen aktarıyorum; “Sonuç yok ama bu 2 isim Türkiye’den aracılık faaliyetleri için biraz para tırtıklamışlardır.” Bu arada, -isterseniz siz buna piyasa dedikodusu deyin- görüşmelerde Türkiye’den Londra’ya kaçırıldığı ileri sürülen 100 milyar dolar üzerindeki paranın aktarılmasına da “mümkün değil” deyip karşı çıkmıştı. Londra’daki kaynaklarım, “görüşmeler neden olumsuz sonuçlandı” sorumu ise şöyle yanıtlamıştı;

“Bakan beyin konuşma tarzı çok ilginçti. Bu tarz, konuşmayı dinleyenleri gülüp geçmekten öte tedirgin etmişti. Albayrak’ın konuşması ‘dünya gerçeklerinin dışında’ olarak değerlendirilmişti. Öyle bir konuşma yaptı ki, bu gülmeyi bile geçti, endişelendirdi. Türkiye gibi önemli bir ülkenin önemli bir makamında oturan adamı gelip öyle şeyler konuşuyor ki, bu oldukça hayret vericiydi!”

İflas eden dış politikamızın Suriye ayağında da çok acıklı bir tablo ile karşı karşıyayız. Gözlerimiz Tahran’da İdlib konusunda yapılacak üçlü zirvedeydi. Putin, Ruhani ve Erdoğan zirve ardından bol gülücüklü, şen şakrak fotoğraflar vermişlerdi. Ancak ortada tam manasıyla bir tiyatro sergilenmişti. Bu üç ülkenin hiçbirinin hesapları -Suriye ve özelde İdlib- birbiri ile örtüşmemekteydi. Bunun üstüne bizim artı olarak PKK/YPG sıkıntımızı ekleyin. Bütün, “İslami” kılıflı terör grupları bizim de gafletimizle Hatay’ımızın sınırında İdlib’e gayet bilinçli olarak sıkıştırılmış vaziyetteydi. İşlerin bu noktaya geleceği taa başından belliydi. İdlib’de gözlem noktaları kurduk diye iç kamuoyu avutulmuştu. Tahran’daki zirve öncesinde Rusya havadan, Suriye rejimi karadan İdlib’i vurmuştu. Tüm bunların ABD ile anlaşılarak yapıldığından kimsenin en ufak şüphesi olmasındı. Er ya da geç Suriye’nin İdlib’e sürdüğü kara güçlerinin içinde PKK/YPG olduğu da tüm belgeleriyle ortaya çıkacaktı. Maalesef Afrin’de kontrolü kaybetmek üzereydik. PKK/YPG, ÖSO güçlerine yoğun olarak saldırılar düzenlemekteydi. TSK kayıp vermemek için Afrin merkezine çekilmişti. Bu da yetmiyormuş gibi ÖSO güçleri kendi aralarında çarpışmaya girişmişti. Savaştan kaçan ÖSO’cular duvarlardan atlayıp Türkiye’ye geçmekteydi. Alan hâkimiyeti her an YPG’ye geçebilirdi. Münbiç de bildiğiniz gibiydi. ABD ile Münbiç mutabakatı yine fiyasko ile neticelenmişti. Esad, Rusya, ABD ve YPG ile birlikte hareket etmekteydi. Bizimkiler ise hala, Rusya üzerinden Esad’a etki etme gayretindeydi.

Böyle giderse sonuç olarak;

“Bölgede bir enerji hattı oluşacaktı. YPG, ABD’nin bekçisi olarak kalacak, Rusya payını alacak, biz ise, kayıplarımızla kalacağız!.. Zaten küresel tefecilerin eline kalmıştık! Daha da acısı, “İdlib… İdlib…” derken korkarım Hatay’dan da olacağız!.. Ya sonrası?.. Uyanın beyler… Uyanın!..”[7] diyen değerli yazarın feryadına kulak asmak gerekiyordu.

Sonuç olarak Cumhurbaşkanı Recep T. Erdoğan, 7 Eylül’de İran’a gidiyordu. Erdoğan ziyarette Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile bir araya geliyordu. Tebriz’deki görüşmede İdlib başta olmak üzere Suriye’deki gelişmeler ele alınıyordu. Liderlerin Suriye konulu görüşmelerini daha önceden Soçi’de ve ardından Ankara’da yaptıkları biliniyordu.

Bu girizgâhtan sonra şu soruların da konuşulması gerektiğini düşünüyorum;

1) ABD’nin YPG ve PYD’ye gönderdiği binlerce tır dolusu silahlar ne olmuştu ve bu silahlar ne zaman ve kime çevrilmeye hazırlanıyordu?

2) Teröristlerin kullandığı silahlar arasında Rus menşeli olanlar da bulunuyordu. Rusya’nın da bölgedeki terörist gruplara desteği biliniyordu. Rusya’nın bölgeye ilişkin planları da malumdu.

3) “Büyük Şeytan” ABD’nin yeni devletçikler ve yeni haritalar peşinde olduğu bilinirken, Rusya’nın da “kesintisiz olarak sıcak sularda egemenlik kurma hayalleri”ni bir kenara koymamak gerekiyordu.

4) “Rusya’nın geniş kapsamlı Doğu Akdeniz tatbikatı ne anlama geliyordu?” diye soran yazarımız önemli konulara parmak basıyordu.

Artık acilen Erbakan kafalı biri gerekiyordu!

ESDER Başkanı Mahmut Çelikuş katıldığı bir TV5 programında anlatmıştı: “Bir örnek daha vereyim, bu Erbakan’ın çok çarpıcı bir yanıydı. Hocamızın pek bilmediğimiz bir yönü vardı. Hocam, aynı zamanda; bilmiyoruz mana âleminde mi bitirdi, madde âleminde mi, Harp Akademileri Komutanlığı yapmış gibi, savaş ve savunma taktiklerinden anlardı. Yani Hocam, her konuda kurmaydı. Şöyle bir olay yaşadık; ilçe başkanlığım dönemimde bir gün dediler ki: “Başkanım, Bosna’dan bir misafirimiz var.” Tam da Bosna savaşının olduğu yıllardı. “Hemen alın gelin” dedik ve karşıladık. Bosnalılar genelde boylu poslu olurlar ama bu arkadaşımız, orta boylu bir insandı. Önce biraz tereddütle karşıladım. Türkçe biliyordu. “Yüzbaşı rütbesindeyim, makine mühendisiyim” diye anlatmaya başladı. Hocamla mesleki olarak da tanışıyorlarmış. Şunları aktardı: “Bosna savaşı devam ediyor, biz videoya çekiyoruz savaşın gidişatını, cephelerdeki durumları… O videoları getirip Hocama seyrettiriyoruz. Erbakan Hocam bize taktikler veriyor. “Şöyle yapın, böyle yapın” diye uyarıyor. Ben bu videoyu size seyrettiremem, çünkü çok özeldir. Fakat ben bugün geldim, Hocam çok yoğunmuş, “Yarın görüşelim” buyurmuş, ben de öyle ise “Ne yapayım?” diye sordum, “Keçiören’de ara seçim var, gitsin oraya destek versin” diye emretmiş. Yani kimseyi de boş bırakmıyordu, Hocamız.

Biz de o arkadaşı ev ev gezdirdik ve tanıttık. Bir ara beni kenara çekti şöyle bir açıklama yaptı, şaşırmıştım. “Biliyorsunuz, Saraybosna düz bir ova, etrafı da dağlarla çevrili bir coğrafya. Bu Sırpların topçuları, dağlarda-yüksek yerlerde, mevzilenmişler, insanlarımızı böyle keklik gibi avlıyorlar. Bundan çok muzdariptik ve çaresizlik içindeydik diyor arkadaşımız. Sonra gelip bu durumu Erbakan Hocamıza ilettik. Hocam dedi ki: “Almanlar bir mermi geliştirdiler, fosforlu mermi. Bunun sapması sıfıra yakın; yağmurdan ve rüzgârdan çok etkilenmeyen bir mermi. Bu mermiyle onları namlularından vuracaksınız!” “Böylece onları bulup alacağımız adresi de gösterdi, gittik oradan aldık. O mermilerle biz Sırpları namlularından vurup dağıttık, böylece Sırp topçularını bertaraf edip nefes aldık!” Yani, Erbakan Hocamız Bosna savaşını fiili olarak bir kurmay gibi, bir askeri general gibi bizzat yönetti ve defalarca taktikler verdi…[8] Devamını okumak için tıklayınız.


[1] sergin1@hurriyet.com.tr

[2] ngumus@hurriyet.com.tr

[3] takyol@hurriyet.com.tr

[4] Tesim Haber Ajansı / 11.08.2018

[5] Tesim Haber Ajansı / 04.08.2018

[6] abdulkadirozkan@milligazete.com.tr

[7] ahmettakan@gmail.com

[8] https://www.youtube.com/watch?v=y8cEpxd6m4E

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.

    Makaleyi dinleyebilirsiniz