19 Haziran 2018
Cami Tamiratına Karşı Ekümenik’liğe Rıza mıydı?
Başbakan Erdoğan, 2010 yılında ekonomik krizde çırpınan Yunanistan’a yaptığı ziyarette büyük ilgi gördü. “Savunma sanayiine yapılan yatırımları eğitime, sağlığa yapalım” çağrısında bulunmuşlardı. Atina Venizelos Havalimanı’na gelen Başbakan Erdoğan’ı, Abdullah Öcalan’ın Yunanistan’a saklandığı dönemde Dışişleri Bakanı olan ve ilişkilerin gerginleşmesi üzerine istifa etmek zorunda kalan Başbakan Yardımcısı Theodoros Pangalos karşılamıştı. Erdoğan ilk olarak Cumhurbaşkanı Papulyas tarafından kabul edilmiş; Erdoğan-Papulyas görüşmesi sırasında dışarıda sis bombaları patlatılmıştı. Erdoğan görüşmeden ayrılırken, Türk korumalar yumurtalı bir saldırıya karşı şemsiyeler ile önlem almıştı. Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan Başbakanlığa yürüyerek giden Erdoğan’ı Başbakan Papandreu kapıda samimi şekilde karşılayıp uğurlamıştı.
Erdoğan bakanların 22 anlaşma ile ilgili görüşmeleri tamamladığını söylemesi üzerine Papandreu “Bu bile bu ziyareti tarihi kılmaya yeter. Eminim daha büyük adımlar atarız” buyurmuşlardı. Erdoğan ise bu sözleri “Tabi ki atacağız” diye yanıtlamıştı. İki başbakanın görüşmesinden sonra Türkiye-Yunanistan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı yapılmıştı. Toplantı sonrası düzenlenen ortak basın toplantısında Erdoğan şunları açıklamıştı:
Denizi ve ekmeği paylaşmaktayız: “Bugün yaklaşık 320 kişi ile buradayız. Bu gerçekten tarihi bir an. Bugün yapılan anlaşmalarla -ki Yüksek Düzeyli İş Konseyi oluşturuldu ve 22 anlaşmayı imzaladık- birlikte geleceğe çok daha farklı bir adımı atmış oluyoruz. Kadim dostluğumuz var. Ekmeği, denizi paylaşan iki toplumuz. Kıyıdan bağırsanız Yunan adalarından duyulur. İyi tanıyoruz birbirimizi. Geçmişte bazı sıkıntılar yaşadık ama yeni bir sayfa açıyoruz.”
Yeşil pasaporta vize kalkmıştır: “Bakınız şu anda bir adım atıldı, hususi pasaportlarla (yeşil) ilgili vize kalktı. En kısa zamanda mavi pasaportlar için de vizenin kalkmasını temenni ediyorum. İnşaallah bu da olacak, buna inanıyorum. Yani şu anda Schengen olayı içerisinde Sırbistan’a uygulananın Türkiye’ye uygulanmasını ben burada AB üyesi ülkelere duyuruyorum.”
Uçaklar bombasız uçmalıdır: “Ege’de uçakların adeta bir bombardıman uçağı olarak bombaları muhafaza şeklinde uçmasını biz artık istemiyoruz. Eğer tatbikat yapılacaksa bunlarsız uçsunlar diyoruz. Bunlar barışın simgesi olsun. Zaman içerisinde uçmasın. Bu hale geliyoruz.”
Hava ihlalleri son bulmalıdır: “Şu anda Türk uçakları bomba bağlayarak uçmuyor. Ama Yunan uçakları bomba bağlayarak uçuyor. Zaman zaman karşılıklı hava ihlalleri ne yazık ki yapılıyor. Biz bunları tasvip etmiyoruz.”
Savunma yatırımları eğitime harcanmalıdır: “Savunma sanayiine yönelik karşılıklı olarak atılan bu adımların hepsi bizi farklı alanlarda yapacağımız yatırımlardan alıkoyuyor. Yani birimiz yapalım, birimiz yapmayalım diye bir şey olmuyor. Oralara yapılan bu yatırımlar eğitime, sağlığa yapılabilir. Bu yatırımlar ülkede kişi başına milli gelir olarak yoksul insanlara aktarılabilir.”
Seçilmiş müftüler olmalıdır: “Batı Trakya’da da seçilmiş müftü yok. Atanmış müftü var. Seçilmiş müftü olması lazım. Seçilmiş müftüyü Yunanistan hükümeti onasın. Biz nasıl ki patriği seçme hakkını kendimizde bulmuyorsak, Müslümanların dini liderlerini Yunan hükümeti seçmemeli. Bu ciddi bir yanlıştır ve bunun da giderilmesi gerekir diye inanıyoruz.”
Heybeliada Ruhban Okulu açılacaktır: “Çözüme yönelik çalışmalarda bir netice alacağımızı umut ediyorum. Olumlu bir yaklaşım içindeyiz. Üzerinde çalışıyoruz. Temenni ederim ki kısa zamanda neticeye bağlarız. Ama ben de Sayın Papandreu’dan Atina’da Fethiye Camii’nin restorasyonu için müsaade istedim.”
Kıbrıs’ta müzakereler aksatılmayacaktır: “Kıbrıs’ta BM müzakere süreci kaldığı yerden devam edecektir. Yani ’Yeni bir Cumhurbaşkanı seçildi, acaba ne olacak?’ Bu ifadelerin hepsi bir kenara, süreç aynı kararlılıkta devam edecektir.”
AB verdiği sözü tutmamıştır: (Yunanlı gazetecinin sorusu üzerine.) “Silahlı Kuvvetler’in Kıbrıs’a işgali” konusuna gelince, bakın biz bir Annan Planı olayı geçirdik. Referandumda Kuzey Kıbrıs %65 ’evet’ dedi. Güney Kıbrıs %75 Annan Planı’na ’hayır’ dedi. Halbuki Türk askerinin sayısı 650’ye kadar inecekti. Netice Güney Kıbrıs AB’ye alındı. Sözler tutulmadı.”
“Ekümenik’ten rahatsızlık duyulmamalıdır!” (“Patrik Bartholomeos’nun ekümenik olarak nitelenmesi sizi rahatsız ediyor mu ve neden yanınızda getirmediniz?” sorusu üzerine) “Diyanet İşleri Başkanımın meşguliyeti olmasaydı Bartholomeos’la ikisini beraber getirmeyi düşünüyordum. Zamanlama örtüşmediği için gerçekleştiremedik. ’Ekümenik’ sorusuna gelince”, “Beni rahatsız etmez. Ecdadımı rahatsız etmediğine göre beni de rahatsız etmez. Ama benim ülkemde bazılarını rahatsız edebilir.” buyurmuşlardı.
“Alışılagelmiş değil tarihi bir ziyaret” yapan Erdoğan’ı “inisiyatif sahibi cesur bir lider” olarak tanımlayan Papandreu da şunları aktarmıştı:
Silah konusunda görüş birliğine varıldı: “Görüşmemizde silahların karşılıklı olarak azaltılması noktasına gelinmesinde ve bu alanda yapılan harcamaların diğer konulardaki alt yapılara harcanması konusunda görüş birliğine varıldı.” (Toplumsalhaber.com)
Fener Rum Patrikhanesi Ekümeniklik İddiası
Fener Rum Patrikhanesi’nin kuruluşu Bizans dönemine kadar uzanmaktadır. Siyasi faaliyetleri ise 1453’ten sonra Fatih’in, Rum-Ortodoks cemaatini teşkilatlandırıp başlarına patrik seçtirerek, “millet başkanı” statüsüyle hem ruhani hem de sosyal alanda yetkiler vermesiyle başlamıştır. Patrikhane, Doğu Roma İmparatorluğu zamanında bile böylesine geniş imtiyazlara sahip olmamasına karşın; özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun duraklama ve gerileme devirlerinde kendisine sağlanan bu imtiyazları devlete karşı bir silah olarak kullanmıştır. Kilise cemaatinin milli duygularını sürekli körükleyerek, Yunan-Rum milliyetçiliğinin temsil odağı yapılmıştır. “Megalo İdea” fikri temel dünya görüşü olarak aşılanmıştır.
Fener Rum Patrikhanesi, tek başına bir kurum olarak Lozan Antlaşması’nda yer almamıştır. Yani Lozan Antlaşması’nda, patrikhaneyi ilgilendiren özel bir madde bulunmamaktadır. Kısaca, patrikhanenin tek hukuki ve sosyal dayanağı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin müsamahasıdır.
Lozan Antlaşması’nın 39. maddesi: “Bütün Türk halkının din ayrımı yapılmaksızın kanun nazarında eşit olacağı”nı vurgulamaktadır. Bu madde genel hukuk kuralları içinde hak-yükümlülük işlemini geçerli kılmaktadır. Daha açık ifade ile, Türk Devleti’ni oluşturan tüm kurum ve kişiler uluslararası anlaşmalarla kendisini kabul ettirmiş olan TC devletinin yasalarına uymak durumundadır. Patrikhane de -TC’nin bir kurumu olarak- bu devletin kurallarına uymak zorundadır. Kendisini ulusal yasalarımızın üstünde görmek gibi bir lüksü bulunmamaktadır. Nitekim bu değerlendirmelerle yapılan idari tasarruflarla, Patriğin TC vatandaşı olması, Türkiye’de ikamet etmesi gibi bağlayıcı şartlar, rahmetli Atatürk zamanında belirlenmiş ve kesinlik kazanmıştır. Bu uygulamayı zorlamak isteyen güçler tarafından 1925 yılında seçilen yabancı uyruklu patrik Konstantin Araboğlu 29 Ocak 1925’te sınır dışı edilerek yeni patrik seçimi yapılmıştır. Öte yandan dikkati çeken bir diğer husus ise 1930’a kadar başpapaz olarak anılan patrikhane başkanının bu tarihten itibaren patrik olarak anılmaya başlamasıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın çalkantılı zaman ve zemininde hareketlilik gösteren Patrikhanenin bu tutumundan, ABD rahatsız olmuştur. 21 Şubat 1946’da patrik seçilen Maksimos‘un Sovyet yanlısı olduğu iddiaları üzerine, ABD’nin de etkisi ile yeni aday aranmaya başlanmış ve sonunda Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu Athenagoras üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Patrik Maksimos, 1948’de istifa ettirilerek yerine Athenagoras atanmıştır. Bu olay patrikhane tarihinde bir ilk uygulamadır. TC vatandaşı olmayan birinin -usulüne uydurularak Türk vatandaşı yapılması yoluyla- atanmasının yanı sıra, Athenagoras ile beraber patrikhane, “uluslararası” bir görünüm almıştır.
Athenagoras, 1972’deki ölümüne kadar süren patrikliği döneminde Hristiyan dünyası ile ilişkileri sıklaştırmıştır. Yerine seçilen Gökçeada ve Bozcaada Metropolidi Dimitrios‘un patrikliği döneminde, patrikhanenin Hristiyan dünyası ile ilişkileri daha da artmıştır. Bu dönemde Papa II. Jean Paul İstanbul’a gelmiş, bu arada patrik; Moskova’yı ve ABD’yi ziyarete çıkmıştır. Dimitros’un ABD ziyareti, patrikhane açısından bir dönüm noktasıdır. Bu ziyarette patriğe, -hiçbir hukuki dayanağı olmamasına karşın- “Cihan patriği” unvanı takılmıştır. Bu unvanla Fener Rum Patrikhanesi kurumu, evrensel bir boyuta taşınmış; uzun yıllardır ikili ilişkilerde TC’ye karşı dayatılan -ancak kabul ettirilemeyen- ekümenizm tezinin uluslararası platformda tartışılmasına yol açmıştır.
Ekümenizm ise Fener Rum Patrikhanesi’nin tüm dünya Ortodoks Hristiyanlarının merkezi olması, TC kanunlarının üstüne çıkarak uluslararası hüviyetle sonuçta özerk bir hüviyete kavuşmasıdır. Dimitrios’un, 1991’de ölümü ile patrik seçilen TC uyruklu Kadıköy Metropolidi Bartholomeos (Vartholomeos) sayesinde patrikhanenin hızla dışa açıldığı çok hareketli bir dönem yaşanmıştır. Öncekilerine göre, oldukça genç yaşta patrik seçilen Bartholomeos, uluslararası konjonktürün de yarattığı koşullarla popülaritesini gittikçe artırmaktadır.
Diyalogcuların desteklediği “Patrikhane Ekümenliği” şarlatanlığı
Yunancada “Oecumenicus” kelimesinden Türkçemize geçmiş Ekümenik kavramı, “evrensel, dünya genelinde” anlamına gelmektedir. Günümüzde ise Protestan ve Doğu Ortodoks Kiliselerinin kurdukları ve mezhepler arası farklılıkları göz ardı ederek Hristiyan dininin yayılmasını amaçlayan ve merkezi İsviçre’nin Cenevre kentinde bulunan “Kiliseler arası Birlik” adlı Ekümenik hareketini ifade eder. Fener Rum Patrikhanesi bu hareketin öncülerindendir. Ekümenik ise Hristiyan dininin yayılması için izlenen strateji anlamına gelmektedir. Bu hareketin içinde fiilen yer alan ve bu stratejiyi hayata geçirmek için çalışan kişilere Ekümenist denir. İzlenen ideoloji ise Ekümenikalizm olarak tanımlanır. Fener Patrikhanesi bu ideolojik dogmanın Ortodoks temsilcisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Hiç şüphesiz patrikhane bu ideolojide etken bir taraf olmakla dini bir merkez olmaktan çıkmış ve siyasi strateji üreten bir merkez haline gelmiştir. Bu konumu ile İstanbul Fener Rum Patrikhanesi’nin ruhani lideri I. Bartholomeous’un, kendisini Ekümenik Patrik sıfatı ile tanıtma çabaları ve bu sıfatın Avrupa Birliği Parlamentosu tarafından da kabul görmesi ile bölücü terör örgütü PKK üyelerinin, her gün Avrupa’nın bir başkentinde AB üyeleri ile görüşmeler yapmaları arasında öz olarak fark yoktur. Her ikisi de siyasi faaliyettir. Diğer yandan, Avrupa Birliği ile ilişkileri oldukça uzun bir geçmişe dayanan Türkiye’nin izlediği yol haritası, diğerleriyle karşılaştırıldığında bu sürecin, AB’nin yazılı olan kurallarının ötesinde, onları tamamlayan ancak açıkça söylenmeyen, yazılı olmayan kurallarının öne çıktığı bir süreç olduğu görülür. Türkiye kendisine dikte edilen, yazılı olan ve olmayan kuralların hepsini yerine getirdiğinde, hiç kuşkusuz Avrupa Birliği’ne üye olacaktır. Avrupa Birliği’nin genişleme esaslarını bilen herkes için, bu bilinen bir olgudur.
Hiçbir siyasal iktidarın, ülkesinin geleceğini riske atmak gibi bir düşüncesi olamaz. Bu nedenle Türkiye’nin de amacına giden yolda atacağı adımları, çok dikkatli atması gerekir. Bu adımlardan birisi de Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması ve patrikhanenin ekümenlik iddiasıdır. AB, kapanan Ruhban Okulu’nun tekrar açılmasını Patrik Bartolomeous’un ise aynı Bizans’ta olduğu gibi -ancak bu kez bir farkla İstanbul’da- Ortodoksların dini lideri olarak tanınmasını istemektedir. Ayrıca kilise açma yetkisi, yabancılara toprak satışı, sözde Ermeni Soykırımı iddialarının kabul edilmesi gibi bir dizi istek de AB sürecinde gündeme getirilmektedir. Bu çalışmada; Fener Rum Patrikhanesi’nin tarihin birçok döneminde arkasına uluslararası sistemin önde gelen aktörlerini alarak, asırlar öncesinde saptanan hedefler doğrultusunda nasıl ilerlediği anlatılmaya çalışılmıştır.
Tarihsel Çerçeve
Bilindiği gibi İstanbul; Roma, Kudüs, Antakya ve İskenderiye ile birlikte, Hristiyanlık tarafından kutsal olarak kabul edilen bir merkezdir. IV. Yüzyılın ortalarına doğru Hz. İsa’nın özellikleri konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkması, Hristiyan dünyasının bölünmesine neden olmuştur. İskenderiyeli bir din adamı olan Arius’un, “İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu, fakat Allah’ın tüm niteliklerini taşımadığını” ileri sürerek başlattığı tartışma, bir anda tüm Hristiyan dünyası içinde yayılmaya başlamış ve İskenderiye Başpiskoposu İskender’in, Arius’u sapkın fikirler taşımak ve bunları yaymak istemekle suçlaması ve aforoz etmesiyle tırmanışa geçmiştir. Gelişmelerin giderek kiliseyi bölecek boyutlara ulaşması üzerine Roma Kralı Konstantin, sorunu araştırmak üzere bir başpiskoposu görevlendirmiştir. Başpiskopos tarafından hazırlanan raporu inceleyen İmparator, MS. 325’te İznik’te bir Konsülün toplanmasına ve bu tartışmanın sonuçlandırılmasına karar verir. Konsül, Arius tarafından ileri sürülen fikirleri kabul edilemez bularak, İsa’nın Allah’ın oğlu ve babası ile aynı cevherden olduğuna karar verir. Böylece Hristiyan dünyasında etkileri ve neden olduğu sonuçları günümüze kadar devam eden bir mücadele başlar.
MS. 381’de İmparator Teodos önderliğinde İstanbul’da yeni bir konsül daha toplanır ve burada çok önemli iki karar alınır. Bu kararlardan ilkine göre, Mukaddes ruh, baba ve oğlun birbirine eşit ve aynı cevherden olduklarını kabul eden dini hükümler sağlam temeller üzerine oturtulurken, ikincisiyle de İstanbul Patrikliği Roma’dan sonra gelen Patriklik mertebesine yükseltilmiştir. “İstanbul Piskoposu, Roma Piskoposu’ndan sonra birinci olsun; çünkü İstanbul Yeni Roma’dır.” Bütünüyle siyasi olan bu karardan sonra İstanbul Patrikliği hızla Roma’dan uzaklaşmaya başlamıştır. Roma İmparatorluğu’nun Batı ve Doğu Roma olarak ikiye ayrılmasından sonra, iki Roma’yı bir arada tutan en önemli bağ olan kilise de artık ikiye ayrılmıştır. Ancak İsa’nın özellikleriyle ilgili tartışmalar hala devam etmektedir. Kilise son bir gayretle kendi içindeki parçalanmaya engel olmak amacıyla, MS 431’de Efes’te yeni bir konsül toplanmasına karar verir. Burada; İsa’nın biri ruhani, biri beşeri olmak üzere iki özelliği bulunduğu, bu nedenle de İsa’nın hem tanrı hem de insan olduğu kararına varılır. Ancak alınan karar çelişkileri sona erdirmek yerine, çelişkilerin daha da keskinleşmesine neden olur. Efes Konsülünde de sorunları çözmekte başarısız kalan Kilise, MS. 451’de Kalhedon’da (Kadıköy) tüm tarafların katılımına açık bir konsül daha toplar. Burada Papa’yı kardinaller temsil etmektedir. Ancak sonuç değişmemiş, Papa’nın, İsa’nın hem tanrı hem de insan olduğu şeklindeki görüşü bir kez daha kabul görmüştür. Bu sonuç, İsa’nın tanrı olduğuna inanan ve bu konu hakkında tartışmaya bile girmeyen Ortodoks Hristiyanlar (tutucu) tarafından kabul edilmez ve İstanbul Patrikliği, Roma’dan bütünüyle kopar. Konsül’ün 28. maddesi ile de, İstanbul Roma seviyesine yükseltilir.[1] Böylece Bizans, kendisini Roma’ya bağlayan bütün bağlardan kurtulmuş ve bağımsız bir aktör olarak sistem içinde yerini alır. Ancak anlaşılan o ki, gerçekte kimse Hristiyan dininin uhrevi yönü ile ilgilenmemekte, sadece kendi siyasi hedefleri doğrultusunda, Hz. İsa’yı ve öğretisini kullanmak istemektedir. X. yüzyılın sonunda Doğu ve Batı Hristiyanlık merkezleri, açıkça olmasa bile fiilen birbirinden ayrılmıştır. İstanbul, Ortodoks dünyasının, Roma ise Katolik dünyasının merkezidir. Pax-Romana’nın giderek gücünü yitirerek, yerini Pax-Bizantiona’ya bıraktığı bir dönemde toprak arzusu ile yanıp tutuşan Rusların, güçlünün yanında yer alması çok da şaşırtıcı değildir. Bütünüyle Bizans’a ait motiflerle dolu Ortodoks Hristiyanlığın kabulü ile Rusya statik Bizans medeniyeti çevresine girer. İşte bu nokta Rusya’nın, Roma Katolik ya da bir başka ifadeyle Batı Avrupa’dan ilk ve kesin ayrılışının başlangıcını oluşturmuştur. Bu gelişme Rus tarihinin bütün evrelerine damgasını vurmuş ve Rusya’nın tarih boyunca kendisini sürekli Avrupa ile onun oluşturduğu medeniyet ve kültür çevresinden farklı hissetmesine neden olmuştur. Bu farklılık Rusya’nın da Avrupa tarafından daima “öteki” olarak tanımlanmasını beraberinde getirmiştir. Vladimir’in 988’de Ortodoks Hristiyanlığını kabul etmesiyle birlikte Rus kilisesi, Ruhani sınıfı İstanbul’dan gelen Rumların oluşturduğu ve İstanbul patrikliğine bağlı bir metropolitlik olur. Patrikhane ile Kiyef Rusya’sı arasında ilk yakınlaşma böyle kurulur.
Ortodoks Hristiyanları tarafından 1100 sene boyunca gerçek Hristiyan imanının tek temsilcisi olarak kabul edilen İstanbul’un Türkler tarafından ele geçirilmesi, özellikle Rusları çok rahatsız eder. Onlara göre; Floranca Konsülünü kabul ederek, Roma ile birleşmeye razı olan ve Latinlerin önünde diz çöken Bizans Kilisesi, Allah tarafından cezalandırılmıştır. Bu durumda Moskova, gerçek imanın tek muhafızı olarak kalıyordu. Bu gerçeği rahip Philotheus şöyle dile getirmiştir:[2]
Yeni bir Roma, III. Roma kuzeyden yükseliyor ve kâinatı aydınlatıyor. Bu III. Roma sonsuza dek sürecek ve IV. Roma asla olmayacak. Bu nedenle Moskova kutsal bir yer haline gelerek, Roma’nın mirasçısı olma hakkını devralmıştır. Onun amacı dünya imparatorluğu haline gelmektir.
Konuyu biraz daha açalım; Osmanlıların Anadolu’da önemli bir kuvvet merkezi konumuna geldiği dönemler, Bizans İmparatorluğu’nun çöküş dönemlerine rastlar. Patrikhane’nin, Roma Katolik Kilisesi’nden farklı olarak, Bizans İmparatorluğu ile özdeşleşmiş olması, devlete karşı olan her tepkinin aynı zamanda Patrikhane’ye dönmesine neden olmaktadır. Uhrevi manada Patrikhane’nin en ciddi dış düşmanı ise hiç şüphesiz Roma Kilisesiydi. Bizans’ın tanrı adına yeryüzünü yönetmek için kurulduğuna inanan Rum Papazlara göre Bizans, dünyadaki tek gerçek Hristiyan devleti idi. Bizans İmparatorları da bu görüşe siyasi amaçlarla sıkı sıkıya sarılmışlardı, zira kendilerine yönelik her başkaldırı, tanrıya başkaldırı anlamına geliyordu, bu durumda Bizans’ın zavallı halkına, siyasi otoriteye ve onun emrinde olan kilise otoritesine koşulsuz itaat etmekten başka seçenek kalmıyordu. Bizans, kendisi dışında hiçbir siyasal gücü meşru saymıyordu. Rum halkı için de, Frenk dedikleri Katolik Avrupalılar din sapkınlarıydı. Bu dönemde Bizans için diğer bir tehlike de Anadolu’da başlayan sonra Balkanlara sıçrayan Heresi düşünce sistemiydi. Heresilik, Hermescilik adı ile anılan M.S. 2. ve 3. yüzyıllarda Mısır’da ortaya çıkan gizemci mistik bir inanışın devamıydı. Kökü çok daha eskilere dayanmakla birlikte Stoacılık ve Platoculuğun damgasını taşıyan bu akım, üyelerini inisiyasyon yoluyla seçiyor ve bireysel ermişliğe ulaşmayı amaçlıyordu. Bütün Anadolu’yu etkisi altına alan Hermetik hareket, Bizans sınırları içinde merkez-çevre çatışması halini almıştı, öyle ki Anadolu Hristiyanlığı için Bizans Kilisesi bir anlam ifade etmiyordu. Osmanlı’nın bir güç olarak Anadolu’da ortaya çıktığı dönemlerde, Ortodoks Hristiyanlığı İstanbul dışında pek güçlü değildi. Balkanlar’da da durum hemen hemen aynıydı. Bu topraklarda yaşayanlar, Roma Kilisesi ile Bizans Kilisesi arasında kalmışlar ve her iki tarafa da güven ve bağlılıkları zayıflamıştı. Öyle ki, Müslümanlarla bir arada yaşamayı ve Müslüman olmayı tercih eder hale gelmişlerdi.[3]
İstanbul’un Türkler tarafından ele geçirilmesi işte böyle bir ortamda gerçekleşti ve sanıldığının aksine Bizans Kilisesi’nin sonunu getirmedi. Tam tersi, Osmanlıların temsil ettiği ve devletçe çok dinliliği kabul eden Türk geleneği Ortodoks dinini ve kilisesini tarihe karışmaktan kurtardı. Üstelik Fatih Sultan Mehmet, İstanbul Kilisesi’ni bütün Ortodoks Kiliselerinin üstüne çıkararak, ona devletten ayrı bir otonomi verdi. O zamana kadar İstanbul Kilisesi’nin böyle bir üstünlüğü yoktu. Bizans yönetim biçiminde hayatın her alanında devlet kudretinin temsilcisi imparatordu. Oysa Vatikan ya da Roma Kilisesi, Katolik dünyasının tartışılmaz en üstün ruhani merkeziydi. İstanbul Patrikliği, Ortodoks dünyası içinde yer alan çok sayıda patrikliklerden biri olarak kalmıştı. Oysa şimdi İstanbul Patriği, bizzat Fatih Sultan tarafından Ekümenik, yani evrensel patriklik mertebesine yükseltilmişti. Ancak Osmanlı yönetiminin en büyük tarihi yanılgısı, Osmanlı hükmü altındaki Ortodoks Hristiyanları, ulusal kimliklerine bakılmaksızın, Rum Milleti adı altında tek bir kategori sayıp hepsini ekümenik patrikliğin ruhani idaresi altına sokmaları ve Ortodoks cemaatlerinin piskoposlarına Milletbaşı (Etnarklık) vasfını vermesiydi. Zira zamanla bunlar birer teokrasi idaresi haline gelmeye başladı ve Yunan milliyetçiliği bu teokrasilerden doğdu ve beslendi.[4] 1924 yılında Adamantios Polyzodies adındaki bir Rum yazarın Amerika’da çıkmış olan bir kitabın içindeki Türkiye hakkındaki yorumları oldukça önemlidir:
“İstanbul’un zaptından sonra, Rumlar hayli din özgürlüğüne kavuştular. Bu özgürlüğü, hem eğitsel, hem milliyetçi amaçlar için kullanma açıkgözlülüğünü gösterdiler. Her Rum Kilisesi gizli bir okul, her papaz gizli bir öğretmen oldu… Herkesin bildiği olay şudur ki, Rum kilisesi olmasaydı bir Yunan İhtilali ve Yunan İstiklali olmazdı. Bu olay bize Rum milletinin neden kiliselerine bu kadar bağlı olduğunun nedenini gösterir. Bu kilise salt bir dini kurum olmaktan fazla bir şeydir; çünkü o, her zaman Yunan ırkının gelenekleriyle, hayalleriyle ve özleyişleriyle görülmüştür.”
Buraya kadar anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi, bugün Fener Rum Patrikhanesi’nin ruhani lideri I. Bartholomeos makamını Osmanlı rejimine borçludur. Eğer Osmanlı’nın koruyucu kalkanı olmasaydı, Ortodoksluk; Katoliklik, daha sonraki Protestanlık ve çeşitli Heretik hareketler karşısında direnemeyecek ve belki de sıradan bir Heretik hareket olarak kalacaktı.
Megola İdea’nın Doğuşu’nda Kilisenin Rolü
Osmanlı İmparatorluğu’nun zaman içinde eski güç ve konumunu kaybetmesine karşılık, Rum kilisesi ve halkı kendi ruhani ve maddi çıkarları doğrultusunda hareket ederek güçlendiler. Bunun sonucunda, On sekizinci yüzyılda Yunan denizciliği canlandı ve zengin bir merkantil sınıf ortaya çıktı. Şehirli Rum iş adamları Odesa’dan Marsilya’ya, İzmir’den Londra’ya kadar uzanan görünmez bir deniz ticareti imparatorluğu kurdular. Patrikhane ile bu yeni zengin sınıfın el ele vermesi ile Yunan milliyetçiliği doğdu. On sekizinci yüzyılda Uluslararası sistemde Rusya bir güç olarak etkisini hissettirmeye başladı. Bilindiği gibi Ruslar da Ortodoks Hristiyanlığı benimsemişlerdi ve bu nedenle kendilerini Yunanlılara yakın hissediyorlardı.[5] 1656 senesinin Paskalya gününde Çar Aleksi Mikayloviç, görüştüğü Yunanlı tüccarlara; “bir gün kendilerinin tutsaklıklarına son vereceklerini” söylemişti.[6] Diğer yandan Avrupalı bazı devletlerin de Osmanlı İmparatorluğu’na karşı cephe almalarıyla, İmparatorluk sınırları içinde yaşayan Rumlara, Hristiyan dünyasından politik ve ekonomik destek gelmeye başladı. Patrikhane diplomasisinin Büyük Amaç (Megola İdea)’ya doğru yeni bir safhası, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında başladı. Bu noktada bir parantez açarak, Türk-Rus, Türk-Yunan, Rus-Yunan ilişkilerinde çok önemli bir temel taşı olan Küçük Kaynarca Anlaşması’nı konu edelim. 1771’de Kırım’ın Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine çıkan savaş, Osmanlı’nın tüm cephelerde yenilmesiyle sonuçlandı. Bu nedenle 10/21 Temmuz 1774’de Tuna Nehri’nin güney kıyısında bulunan Küçük Kaynarca Köyünde, adını imzalandığı köyden alan anlaşma imzalandı. Anlaşmanın en önemli maddeleri 7. ve 14. maddeleriydi. Konunun önemi açısından ilgili maddelere göz atılmasında yarar vardır.[7]
Madde 7: Devlet-i aliyyemiz taahüd eder ki, Hristiyan diyanetinin hakkına ve kinişlerine (kilise) kavviyen siyanet ede. Ve Rusya devletinin elçilerine ruhsat vere ki her ihtiyaçta gerek 14. maddede zikrolunup, Mahruse-î Konstantiniye’de beyan olunan kilise-i mezkure ve gerek hademesinin siyanetine ibraz-ı tefhimat-ı mütenevvie eyleye ve elçi-i mumaileyhin bir güna uruzu Devleti allîyemin dost-u safi ve hem civarı olan devlete müteallik adam-ı mutemedi tarafından arz ve tebliğ olunmakla Devlet-i aliyemin tarafından kabul eylemlerini devlet-i alliyemiz taahhüd eder.
Madde 14: Düvel-i saireye kıyasen kilise-i mahsusenden maada Galat tarafında Beyoğlu nam mahallenin yolunda tarik-i amde Rusya Devleti bir kilise bina ettirmek caiz ola. İş bu kilise kilise-i avam olup dosdoğru kilisesi tabir ve teslimiye ve ilelebet Rusya devletinin elçisinin sıyaneti olup her türlü taarruz ve müdahaleden emin ve beri hiraset ola.
Bu maddelerin Rusya’ya, Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında yaşayan Ortodoks-Hristiyan tebaa üzerinde himaye hakkı tanıdığı ve dolayısıyla Türkiye’nin iç işlerine karışma hakkı verdiği şeklinde yorumlanmıştır. Oysa ilgili maddelerden de anlaşılacağı gibi, Ruslara böyle bir hak verilmiş değildir. Verilen sadece Galata’da Rusların himayesinde yeni bir kilisenin inşası iznidir. Ancak, Devlet-i Aliye ile Hristiyan devletler arasında yapılan anlaşmalarda o güne kadar Küçük Kaynarca Anlaşmasının 7 ve 14. maddelerine benzer hükümler olmadığından söz konusu maddeler uluslararası alanda Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Ortodoks Hristiyan tebaanın himayesinin Rusya’ya verildiği şeklinde algılanmış ve bu tarihten sonra Rusya’da söz konusu anlaşmanın muğlâk ifadesini sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Çariçe II. Katherina’nın, Türkiye ile barışın akdi nedeniyle 19/31 Mart 1775’te yayınladığı bildiride bu maddelerin üzerinde özellikle durulmuş ve Rusya’nın bundan böyle Türkiye’deki Ortodoksların hamisi olacağını şu sözlerle belirtmişti. “Bundan böyle Ortodoksluk, doğduğu yerlerde bizim emperyal korumamız altındadır.[8] 1789’da Çariçe II. Katherina ile Avusturya-Macaristan İmparatoru II. Joseph, Kırım’da bir araya gelerek “Grek Projesi” adı ile tanınan ünlü anlaşmayı imzalamışlardır. Projeye göre, Osmanlı Türkleri, Avrupa’dan çıkarılacak, İstanbul yeniden Ortodoksluğun dini merkezi olarak, Yunanlılara geri verilecek, ancak İmparator, Katherina’nın torunu Konstantin olacaktı. İkinci Katherina’dan sonra tahta geçen oğlu I. Pavel zamanında da Rumlar ve Ruslar arasındaki ilişkiler devam etti. Özellikle Ege adalarının Rus egemenliğine geçmesi için Ruslar çok çabaladıysalar da bu gerçekleşmedi, ancak stratejik önemi çok fazla olan Malta Adası, Malta Şövalyeleri’nin de istemeleriyle Rusların himayesi altına girdi.
II. Katherina’nın dışında Napolyon Bonapart da Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasından çıkar sağlamak amacıyla kendi projesini hayata sokmak amacındaydı. İki proje birbiriyle uyuşamaz zıt çıkarlara ve amaçlara dayanıyordu. Birinin amacı Rusya’nın peyki olacak bir Bizans İmparatorluğu kurmak, diğerinin amacı Fransa’nın peyki olacak bir Helen İmparatorluğu kurmaktı.
Napolyon’un projesine göre, bu imparatorluk kurulunca Müslümanlar da halifelerini Bağdat’a taşıyacaklardı. Ancak İngiltere’ye göre her iki proje de fazla bir anlam taşımıyordu. İngiltere, başında Avrupalı bir kral olan bağımsız Yunan Devleti’nin kendi etki alanına çok daha kolay gireceğini düşünüyordu. Nitekim öyle de oldu.
Osmanlı Sultanı II. Mahmut, Rusya ile Patrikhane arasındaki ilişkilerden şüpheleniyor, ancak Atalarının Patrikhane’ye ve Patriklik makamına verdiği sözlerden dolayı kesin delil olmaksızın harekete geçmek istemiyordu. Bu arada Çar’ın Yaveri General Alexandr İpsilandis beraberindeki bir avuç Rum ile Rus sınırını geçerek Bükreş ve Yaş’a baskınlar düzenledi. General İpsiladis’in bu girişimi II. Mahmut’u çok kızdırdı ve olayların arkasında Patrikhane’nin olduğu düşüncesini daha da pekiştirdi. Patrikhane’nin ihanetini belgeleyen belgeler bir süre sonra Kırımlı Yunus Bey tarafından Osmanlı Sadrazamı’na verildi. Buna göre Mora isyanının arkasında Rusya ve Patrik Grigoryus vardı. Harekete geçen II. Mahmut Patrikhane’ye baskın düzenleyerek, Rusya ile Patrikhane arasındaki işbirliğinin tüm yazılı belgelerini ele geçirdi. Ele geçenler arasında şunlar bulunuyordu.[9]
1) Moralı asilere yazılı mektuplar,
2) İstanbul’daki isyan hazırlığının hangi durumda olduğunu gösteren raporlar,
3) Dış İşleri Bakanlığı’nda çalışan Fenerli Rumların devletin gizli bilgilerine ait verdikleri raporlar,
4) İngiliz ve Fransız elçiliklerinin patrikhaneye verdikleri gizli bilgiler,
5) Rusya’nın isyana destek verdiğini belirten bilgiler,
6) Odesa’daki Etnik-i Eterya Cemiyetinden gönderilen silahlara ait dökümler,
7) Dünya Ortodokslarına yazılmış mektuplar,
8) Yardım ve makbuz paraları.
Bulunan deliller karşısında patrik suçunu kabul etti ve suçu sabit görülerek, Vatana İhanet suçuyla Patrikhane’nin orta kapısında idam edilerek, cesedi Haliç’in çamurlu sularına atıldı.[10] Ancak tesadüf eseri ceset, Rusya’ya giden bir gemi tarafından bulundu. Patrik’i üzerindeki giysilerden tanıyan bir mültecinin ikazı ile ceset gemiye alındı. Rusya’ya varıldığında da Patrik Gregorius’a din uğruna canını verenlere yapılan cenaze töreni düzenlendi.[11] Rumların bunu tanrının bir işareti olarak kabul etmeleri üzerine Ruslar, Patrik Gregorius’un kemiklerini anavatanı olarak kabul ettikleri Yunanistan’a gönderildi.
1864’te İstanbul’a Rus Büyükelçisi olarak gönderilen Kont Ignatyef zamanında, Rus elçiliği Ortodoksluk ve Panislavizmin propaganda ve casusluk merkezi haline geldi. Ignatyef Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecine girdiğini ve kısa bir süre içinde bu sürecin sonuçlanacağını, bu nedenle Rusya’nın onun mirasına sahip çıkmak için hazır olması gerektiğini düşünüyordu. Ignatyef’in Patrik Yermanos ile patrikhanede yaptığı ve anılarını en ince detayına kadar naklettiği görüşme, günümüz Türkiye’sinin gündemini sürekli meşgul eden bazı sorunlarının altında yatan nedenlerin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Bu nedenle Ignatyef’in anılarında yer alan bu görüşmeyi aynen nakletmenin doğru olacağı düşünülmektedir.[12]
Mahmut Nedim Paşa sadrazamlıktan istifa ettiği gün patrikhaneye gitmiştim. Patrik Yermanos, sohbetimiz sırasında patrikhanedeki inşaat esnasında çıkan bir sandık içinden Sultan Mahmut zamanında Yunan istikbaline yardım suçuyla asılan selefi Grigoryus’un o zamanki Çar’ımız Aleksandr’a gönderdiği bir mektubun müsveddesini bana okudu. Ele geçtiği zaman, Yermanos’un felaketine neden olabilecek bu mektup, ölen patriğin Türkleri dünya siyasi ve askeri hayatından korkulacak bir varlık olmaktan çıkaracak, hatta bağımsız bir millet olmaktan mahrum edecek çok dikkate değer tavsiyelerde bulunuyordu. Görevim süresince edindiğim tecrübeler ve tanık olduğum olayların doğruluğunu tasdik ettiğimi, maalesef iş işten geçtikten sonra anladığım tavsiyeler şunlardı:
“Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak mümkün değildir. Çünkü Türkler çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrurdurlar ve izzet-i nefis sahibidir. Bu hasletleri de dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden ananelerinin kuvvetinden, padişahlarına, kumandanlarına, büyüklerine olan itaatlerinden gelmektedir. Türkler zekidirler ve kendilerini müspet yolda sevk ve idare edecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkandırlar. Gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık ve şecaat duyguları da ananelerine olan bağlılıklarından, ahlaklarının salâbetinden gelmektedir. Bu nedenle;
Türklerde evvela itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını yok etmek, dini metanetlerini zaafa uğratmak icap eder. Bunun da en kısa yolu, milli ve manevi ananelerine uymayan harici fikirler ve davranışlara onları alıştırmaktır. Maneviyatları sarsıldığı gün, Türkleri zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple Osmanlı Devleti’ni tasfiye için mücerret olarak harp meydanındaki zaferler kâfi değildir ve hatta sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceğinden hakikatlere nüfuz edebilmelerine sebep olabilir. Yapılacak olan Türklere hissettirilmeden bünyelerindeki bu tahribi tamamlamaktır.”
Avrupa’da “Philhellenism” olarak tanımlanan “eski” Yunanlılara beslenen aşırı sevginin tesiriyle Batı’nın önde gelen devletleri, Yunan İsyanı’na sempati ile bakıyorlardı. İngiltere’nin Osmanlı askerlerine karşı dağlarda çete savaşı yapan Yunanlı asilere, kahraman “ÖZGÜRLÜK SAVAŞÇILARI” adını vermesi, bu tanımlamanın Fransa ve Rusya tarafından da hemen kabul edilmesiyle bu üç devlet ile Babıâli’nin arası açılmış, her üç devletin elçileri İstanbul’dan ayrıldı. Bu gelişmeler üzerine İngiltere, Fransa ve Rusya’ya ait savaş gemileri Yunanlı çetecilere moral desteği vermek üzere Mora açıklarına gönderildi. Ortada ilan edilmiş bir savaş olmamasına rağmen, üçlü armada Navarin’de demirlemiş Osmanlı donanmasına baskın yaparak, tüm donanmayı yok etti. Bu gelişme Yunanlıların bağımsızlıklarını kazanmaları açısından önemli bir dönüm noktası oldu. Nitekim daha sonra Rusya Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etti. Türk donanmasının Navarin’de yakılmasıyla Karadeniz’de büyük bir hareket serbestliğine kavuşan Rusya, kısa süre içinde İstanbul’u ele geçireceğini düşünüyordu. Özellikle Kafkas cephesinde üst üste elde edilen başarılar Rusların moralini yükseltirken, Osmanlı devlet adamlarını çöküntüye götürüyordu. Oysa sonradan da anlaşılacağı gibi Rusların Trakya’da bulunan birliklerinin durumu iyi değildi, ancak Rusların gücünü Kafkas cephesindeki sonuçlara göre değerlendiren Osmanlı devlet adamları barış istediler. 1829’da Edirne’de yapılan barış ile Yunanlılar bağımsızlıklarını kazandılar. Bu yaşananların en ilginç tarafı, Çar Nikola’nın Osmanlı Sultanı II. Mahmut’a İslam dinini bırakıp, Ortodoks Hristiyan dinini kabul etmesini önermesiydi. Eğer teklif Rus Çarı Nikola’dan gelmemiş olsaydı, gülünüp geçilebilirdi, zira 200 milyon Müslüman’ın halifesi ve İslami esaslar üzerine kurulmasa bile, İslam’ın bayraktarlığını yapmış bir devletin padişahına böyle bir teklifin yapılmasının makul bir nedeni olamazdı. Ancak Çar Nikola teklifinde samimiydi. Bir süre sonra Boğazlara gönderilen Rus askerlerinin komutanı General Muravyev’e, Nikola tarafından verilen emirler arasında “Osmanlı padişahının Ortodoksluğa kazandırılması” maddesi de bulunmaktaydı.[13]
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düştüğü kötü durumun neden olduğu uygun ortamdan yararlanan patrikhane, kurduğu teşkilatlarla Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir tavır içine girmiştir.[14] Bu arada bağımsızlığını kazanan ve de sınırlarını sürekli Türk topraklarından kopardığı topraklarla genişleten Yunanistan ulusal hedefi olan Megalo idea’yı gerçekleştirmek amacıyla Patrikhane’yi Türklere karşı tahrik ve baltalama aracı olarak kullanmaya karar vermiştir. 1908’de II. Meşrutiyetin ilanı üzerine faaliyetlerini arttıran patrikhane, Venizelos’un siyasi programının ilk maddesi olmuştur. Ona göre; “Patrikhane Yunanistan’ın emrine girmelidir; bu suretle birleşmiş bir patrikhanenin ileride milli davalarda rolü pek büyük olacaktır” Girit’teki başarılarından cesaret alan Venizelos, Yunan Başbakanlığına geçmek üzere Girit’ten ayrıldığı tarihte papaz kıyafetiyle gizlice İstanbul’a gelmiştir. Bir hafta süreyle İstanbul’da kalan Venizelos, Başbakanlığı döneminde uygulayacağı programa uygun bazı emirler vermiştir. Bu tarihten sonra Patrikhane, Venizelos’un ve Yunanistan’ın Türkiye’deki uygulama aracı haline gelmiştir. Toprak isteklerinin diğer Hristiyan ülkelerce desteklenmesi için dini her zaman politik bir silah olarak kullanan Yunanistan, Fener Rum Patrikhanesi’nin desteğini de kazanmıştı.[15] Ocak 1919’da İstanbul ve çevresindeki kiliselere bir emir gönderen Patrikhane, Osmanlı devletinin kanunlarına göre yapılan “İhtiyar Heyeti” seçimi yöntemini kaldırarak, Rumların kendi cemaatlerine özel olarak “muhtar” ve “ihtiyar” meclisi seçimleri yöntemini getirmiştir.[16] Patrikhane bu uygulamasında Osmanlı Hükümeti’ne karşı hiçbir bağlılık kaydı göstermeyerek bağımsız hareket ediyor; bazı konularda Venizelos’un fikir ve emirlerini almakla yetiniyordu.[17] Yunan ordusunun Edirne’yi alıp, Çatalca’ya doğru ilerlemesi üzerine Rum Patrikhanesi, o bölgede bulunan Rum Metropolit ve papazlarına Yunan askerleri geldikçe karargâhlarına gidip kendilerini takdis etmelerini emretmişti. Edirne Metropoliti Polikaryos, Trakya’da bulunan pek çok papazı da yanına alarak Atina’ya kadar gitmiş ve orada Edirne’yi kurtardığından dolayı Venizelos’a teşekkür etmiş ve ona uzun ömürler dilemiştir.[18] Nitekim Temmuz 1919’da kapısının üzerine çifte kartallı “Bizans Bayrağı”nı asan Patrikhane, böylece bağımsızlığını da ilan etmiş ve kendisini birinci derecede İstanbul Yunan Siyasi Temsilciliği, ikinci derecede ise müttefik temsilcileri ile görmeye başlamıştı.[19] Patrik vekili Doroteos’un Paris’ten dönerken Atina’da kendisini karşılayanlara yaptığı konuşma, hem kendi zihniyetini, hem de Patrikhane’nin gerçek durumunu aydınlatması bakımından önemlidir. Patrik Vekili, bu konuşmasında şunları söylemiştir:[20]
“Patrikhane yalnız emellerini korumakla yetinmedi, fakat milletle birleşerek bu hedefe varılması için el altından tahrik etti ve her zaman Türk’ten ilk darbeyi o yedi. Kuduran Türkler ilk darbelerini hep Patrikhane’ye indirdiler. Rum Milletinin bağırsaklarını söktüler. Cellâtların darbeleri altında can vermiş din adamlarımızı şehit olarak gösteriyorum. Fakat şimdi muzaffer İtilaf orduları ile Yunanlılar bu eski dünyayı yıkıyorlar.”
Patrikhane Anadolu’dan “baba mirası” diye bahsetmeye başlamıştı. Patrikhane’nin haftalık resmi dergisi Eklisiyastiki Alitya’da 2 Kasım 1918’de yayınlanan bir yazıda şöyle denilmektedir:[21]
“Rum milletinin, eşitlik vaatleri ile avutulduğu günler geçti. Artık, Patrikhane imtiyazlarının devamına ait vaatlerle ilgilenecek kimse kalmadı. Bu nazariyeler devresi kapanmıştır. Büyük hastalıklara tesirli ilaçlar lazımdır. Bu devlet (Osmanlı İmparatorluğu) yıkılıyor, adi ve köhne vaatler tutmayacaktır. Milletimiz birçok yerlerde azınlık halinde bulunsa bile baba mirası üzerindeki sosyal ve tarihi haklarını kaybedemez. Biz dedelerimizin topraklarında ev sahibi olarak kalıyoruz ve kalacağız.”
Patrikhane’nin izlediği stratejiyi çok iyi analiz eden Mustafa Kemal Atatürk 25 Aralık 1922’de Le Journal gazetesi muhabiri Paul Heriot’ya Çankaya’da verdiği beyanatta şunları söylüyordu:[22]
“Bir fesat ve hıyanet ocağı olan ve memleketimize nifak tohumları eken, uyuşmazlıklar yaratan, Hristiyan hemşerilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluğa ve felâkete sebep olan Rum Patrikhanesini… Devamını okumak için tıklayınız.
[35] Doç. Dr. Yaşar ONAY Doğuş Ünv. Uluslararası İlişkiler Bölüm Bşk. Jeopolitik / Sayı:22 / Özel Dosya
[36] Mustafa Kemal / Erzurum / 22 Ağustos 1919
[37] Mustafa Kemal / Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi / 20 Ocak 1923