DAHİLER, YALNIZ KALINCA DEVLEŞEN İNSANLARDI!

892
Paylaş:

7 Haziran 2018

Herhangi bir konuda doğru tespitler yapmak önemli bir aşamadır. Ama yeterli sanılmamalıdır. Bu sorunların nedenlerini ve çarelerini gösterecek teşhis ve tedavi de mutlaka ortaya konmalıdır. Bazıları, Türkiye’nin sorunlarıyla ilgili, bir takım doğru ve değerli tespitler yapmaktadır. Bunların bir kısmı Milli Çözüm Dergimizde de yer almaktadır. Ama bunların önemli bir kısmı teşhiste, yani bu siyasi, iktisadi ve ahlaki sorunların gerçek nedenleri hususunda genellikle yanılmakta ve hatta bazen bilerek konuyu yamultmakta ve muhataplarını yanıltmaktadır. Bunlar tedavi konusunda ise, hiçbir ciddi ve gerçekçi çözüm önerisi ortaya koyamamaktadır. Sadece hayali ve hamasi teklif ve temennilerle oyalanmaktadır.

“Siyasetteki Alternatif Arayışlarının Altında yatan Gerçek” (03 Temmuz 2006) başlıklı raporda, Erbakan Hoca ve Milli Görüş konusundaki saptamaları, tam bir saptırmacadır: Çünkü bunlar:

Hem daha önceki 28 Şubat değerlendirmeleri ve tespitleriyle, çelişkili bulunmaktadır. Üstelik Saadet Partisi’nde Recai Kutan’a alternatif Genel Başkan adaylarıyla ilgili tahlil ve tahminlerinde oldukça yüzeysel ve hatta hissi davranılmıştır. Bu kişileri doğru dürüst tanımadıkları, sadece marazlı basının, kasıtlı pohpohlarına kapıldıkları anlaşılmaktadır. Kaldı ki Erbakan Hoca, Recai Bey’i de diğerlerini de herkesten daha iyi tanıyıp durmaktadır. Kimin hangi koltuğa taşınacağı ve bununla hangi sonuçların amaçlandığı Onun stratejik kararıdır.

RTE’yi iktidara taşıyanlar da, MSP ve RP’nin örgütsel yapısı değil, 28 Şubat’ın mimarları ve Erbakan’dan kurtulma amacındaki Siyonist sermaye kodamanlarıdır… Milli Görüş’ün dönekleri ve örgütleri sadece birer basit figüran ve “kara siyaseti aklama aletleri” olarak kullanılmıştır. “Erbakan’ın öngörüsüzlüğü” iddiasına gelince… Bunu “harita üzerinde harp kazanan” feraset hadımlarına değil de, dünyanın dengesini dejenere eden gücün sahibi Siyonist hasımlarına sormak lazımdır… Çünkü Erbakan’ı en iyi, düşmanları ve Siyonist şeytanları tanımaktadır. ABD’yi ve AB’yi güdümüne alan Yahudi Lobilerin patronları, Erbakan’dan kurtulmak için kırk yıldır, en adi yöntemlere başvurmakta, ama bir türlü başa çıkamamaktadır. Ve işte son çaresi: Erbakan’a hıyanet edenleri baş tacı yaparak iktidara taşımaktır! Ama bilmiyorlar ki, büyük liderler, yalnız şahsiyetlerdir. Çevreleri boşaltılınca, daha da güçlenmektedir.

Evet, “dahiler, yalnız kalınca devleşir”

Bunun en çarpıcı örneği Mustafa Kemal’dir. O “sırdaşı ve silah arkadaşı” diye bilinen kimselerin bile, ayrıca yükünü çekmiş ve onları idare etmiştir. Rahmetli Necip Fazıl’ın, Atatürk’ün vefatı münasebetiyle yaptığı ve kaleme aldığı tarihi tahlilleri de bu yöndedir:

“O, en iyimser kimselerin bile kurtuluş ümitlerini tamamen yitirdiği ve karamsarlığın bütün bir milleti perişan ettiği uğursuz bir ortamda ve en olumsuz şartlarda bile; inancını, azmini ve kararlılığını bir an kaybetmeyen, Milli hedef ve hareketinden asla vazgeçmeyen, dostlarını ve düşmanlarını iyi tanıyıp idare etmesini bilen; ender ve lider bir şahsiyettir.” şeklinde özetlenecek tespitleri bir gerçeğin ifadesidir.[1]

Kader, Mustafa Kemal’e: “Anadolu arsasındaki Osmanlı enkazını kaldırmak; ama aynı inanç ve ideal temelinde ve çağdaş ihtiyaçlar istikametinde, Türkiye merkezli yeni bir barış ve bereket medeniyetine zemin hazırlamak” yetkisini ve yeteneğini vermiş gibidir.

Atatürk kendi iradesini ve tehlikeli tercihini, annesinin arzu etmemesine rağmen öz mesleğine-Askerliğe ilk adımını Selanik Askeri Rüştiyesine girmekle göstermiştir. Manastır Askeri İdadisini de başarıyla bitirdikten sonra, 13 Mart 1899’da Mustafa’ya Kemal de eklenmiş olarak, 1283 Apolet numarasıyla Onu Harbiye sıralarında görüyoruz. Kendine güvenen, yetişmek ve ilerlemek isteyen, düşünmeyi ve fikir üretmeyi seven bir Harbiyelidir… O zamanki yokluklar ve yetersizlikler içerisinde dahi güzel yazı yazmak, güzel konuşmak yeteneğini artırmaya çalışan bir askerdir. İnandı, çalıştı ve başarıverdi! 10 Şubat 1902’de 1472 sicil numarası ile 459 mevcut içinde 8.’likle piyade sınıfına intisap ederek Harbiye’yi bitirdi. Mektebi en parlak şekilde bitirenleri Kurmay sınıfına ayırmak usulden olduğu için, Mustafa Kemal’i de Kurmay sınıfına seçtiler. Bu safhada O’nun meşgalesi artık yalnız dersler değildir. Memleket sorunları ile de ilgilenmektedir. Milletini ve devletini dert edinmiştir. Yani asli görevini unutmayan birisidir… İşte bu hava içerisinde okulu 5.’likle 11 Ocak 1905 yılında bitirmiştir. Artık Mustafa Kemal 24 yaşında, mücadele dolu bir geleceğe namzettir. Azimli genç bir Kurmay Yüzbaşı olarak, takdirin cilvesi Milletin hizmetindedir. Şam ve Yafa’da bahtsız görevlere tayini… 31 Mart olayında Hareket Ordusu Kurmaylığına getirilişi… Siyasi olaylara itilişi… Ama bunlar Ona hiç de sevindirici gelmemiş ve Ordunun politikaya karışmaması fikrini daha da kuvvetlendirmiştir.

Atatürk; Asla arka planda kalmayı sevmeyen bir askerdir. Kolay ve rahat görevlerden asla zevk almayan birisidir. Asker cephede olmalıydı. O’nun yeri muharebe meydanlarıydı. Bu nedenle Trablusgarp Harbi’ne katılışı… Sofya’da Ateşe Emiri iken oradaki rahatını bırakarak vazife isteyişindeki ısrarı… Sonra 19’uncu Tümen Komutanlığı’na atanması… İşte bütün bunlar yurt müdafaasına katılma aşkının en güzel tezahürleridir. Ya Çanakkale Conkbayırı! “Cephaneniz yoksa süngünüz var ya.! Ben size “taarruz edin” demiyorum, ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde, yerimizi başka kuvvetler, başka komutanlar alabilirler.” diyebilen ve bir harbin gidişatını değiştiren, en zor ve ani hadiseler karşısında bile en iyi tedbirleri alabilen, kararlı ve inançlı bir dahidir. Çünkü emrindeki Mehmetçiklerin: “Bir gül bahçesine girercesine” ölüme meydan okumalarının sırrının, siperlerinde sürekli okuyuverdikleri, ellerindeki ve ezberlerindeki Kur’an’dan ve yüce İslam inancından kaynaklandığının bilincindedir.

Conkbayırı’ndaki durum iyice sarpa sarmıştır. General Liman Von Sanders, M. Kemal’in fikrini Kurmay Bşk. vasıtasıyla sordurtmaktadır. O da durumun tehlikeli olduğunu anlatır. Ve;

– Hiçbir çare kalmadı mı? sualine karşılık:

– Bütün kumanda ettiğiniz kuvvetleri emrim altına verirseniz, bir çıkış yolu bulunabilir!

– Çok gelmez mi? sorusuna cevabı yine kesindir:

Az bile gelir!

M. Kemal bu cevabı verdiği zaman henüz 34 yaşında ve Albay rütbesindedir. İşte bu büyük bir komutanın, büyük tehlikeler karşısında, büyük sorumluluklar yüklenmek konusundaki azmi, vatan ve milletin selameti için varlığını ortaya koymanın örneği ve özgüvenidir.

Anafartalar Kahramanı Atatürk’ün kahramanlık damarı!

1 Nisan 1916’da Mustafa Kemal, Tuğgeneral rütbesinde genç bir paşadır. Bu yükseliş O’na memlekete hizmet etmek fırsat ve ufuklarını daha da açmıştır. Cepheden cepheye koşmaktadır. 16. Kolordu Komutanı olarak büyük bir seziş ve ileri görüş kudreti ve sarsılmayan iradesi ile, Muş zaferini kazanmıştır. Sonra Filistin cephesinde 7. Ordu ve bilahare Yıldırım Orduları Komutanlığı’na atanmıştır. Mustafa Kemal’in Suriye’deki muharebelerde açık olarak görülen, yüksek bir vasfı da: en tehlikeli ve tüm çarelerin tükendiğinin zannedildiği zamanlarda metanetini kaybetmeyerek bir çıkar yol bulmasıdır. O bu vasfı ile felaket çanları çalınan ve mirası paylaşılmak üzere cenaze namazına hazırlanılan bir devlete de selamet yolunu açacaktır.

Başkumandan Mustafa Kemal’in kararlılığı!

Milletini çok iyi tanıyan o büyük asker; kendine Başkumandanlık görevi tevdi edildiğinde, Meclis’te söylediği nutukta: “Düşmanları behemehal mağlup edeceğimize dair olan iman ve itimadımın, bir dakika olsun sarsılmamış olduğunu bildirerek, “Şu anda da bu inancımı yüce heyetinize, milletimize ve bütün aleme karşı ilan ediyorum.” diyecek kadar kararlıdır. Bu sözler en güç şartlar altında dahi kendisine ve Ordusuna güvenen bir Başkumandanın; milletine, milli ve manevi değerlerine samimi inancını ortaya koymaktadır. İşte bu cihat aşkıyla ve bu inançla SAKARYA zaferi kazanılmıştır. Üstelik muharebe safları arasında, yaralı ve sarılı olarak mücadeleyi takip edip, bizzat idare ettiği de unutulmamalıdır. Bu meydan muharebesi sonunda; 19 Eylül 1921’de, Büyük Millet Meclisi’nin bir şükür ifadesi olarak, bu kutlu cihadın mutlu ve muzaffer komutanı GAZİ MUSTAFA KEMAL “Mareşal”lık madalyasına hak kazanmıştır. Artık “son” ve kesin zafere yaklaşılmıştır. Afyon’da, ordunun başına yine o geçmiş ve Yunan ordusu bozguna uğratılmıştır. Bu imha muharebesi ile Türk tarihinin akışı değişmiş, yeni bir dönüm noktası başlamıştır. Atatürk, kesin zafere ulaşmak üzere Milli Mücadelenin başı olarak ortaya atıldığı zaman, 40 yaşına yeni basmıştır. Ama bütün ömrünü bağımsızlık sevdalısı bir asker olarak yaşamıştır. Karakteri, fikirleri ve hedefleri bu devrede gelişip, olgunlaşmış; bir ferdi olmakla övündüğü Müslüman Türk Milletine layık olmaya çalışmıştır… Üniformasını terk ettiği andan, ölümüne kadar geçen zaman içerisinde olsun, millet ve devlet hizmetinde giriştiği bütün işlerde, askeri şahsiyetinden ve Milli haysiyetinden daima kuvvet ve ilham almıştır.

Birçok düşünce adamları ve büyük komutanlar “Harp” hakkında çeşitli beyanlarda bulunmuşlar, harbi bir iyilik ve fazilet kaynağı, dolayısıyla harp halinin, beşer tabiatının zaruri kıldığı, doğal ve normal bir olay olduğu kanaatini savunmuşlardır. M. Kemal ise, “Harp, zaruri, hayati ve hukuki olmalıdır. Kanaatim şudur ki, milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Millet hayati tehlikeye maruz kalmadıkça, harp bir cinayettir.” gerçeğini haykırmıştır. ATATÜRK, -bu suretle- “harbin meşrutiyeti” prensibini de ortaya koymaktadır. Harbin meşru olması için kabul ettiği iki esastan biri vicdan, diğeri milletin hayatının tehlikeye düşmesi halidir. O halde, şan ve şeref için veya emperyalist gayelerle yapılan harpler gayri meşru sayılmıştır.

O’na göre harp; milletlerin maddi ve manevi bütün varlıklarıyla çarpışması, bu suretle bağımsızlığını kazanması ve koruması için yapılmalıdır. Bu suretle askerlik sadece bir sanat olmaktan çıkmakta, aynı zamanda; sanatın ilim ve teknikle bir sentezi haline sokulmaktadır. Milletin bütün maddi varlıklarını sevk ve idaresi, askerliğin ilim ve teknik tarafını, milletin bütün manevi değerlerini sevk ve idaresi de, askerliğin sanat tarafını oluşturmaktadır. ATATÜRK manevi değerleri maddi vasıtalardan üstün tuttuğunu, Türk askeri hakkında “Dünyanın hiçbir ordusunda, yüreği seninkinden daha temiz ve daha sağlam, daha inançlı ve daha insancıl bir askere rastlanmamıştır” sözleriyle anlatmaktadır. Haziran 1922’de kendisini Napolyon’a benzeten General Townshend’e verdiği cevapta: “Napolyon arkasına bir sürü muhtelif milliyetteki insanı toplayarak macera aramaya kalktı ve bunun içindir ki yarı yolda kaldı. Ben bir anadan ve bir babadan gelen kardeşlerimle; kendi vatanımı kurtarmak davası yolundayım ve muhakkak ki muvaffak olacağım.” demişti.

Evet ATATÜRK başarılı oldu, çünkü, Napolyon şahsı için milletini; Atatürk ise; milleti için şahsını feda etmeyi göze almıştı!

Çünkü; O ordusunu sevmekte, Milletini ve yurdunu sevip sahiplenmekteydi. “Türk ordusunu onun faziletini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini benim kadar anlayan azdır.” diyebilen birisiydi. Çünkü: O, milletine güvenerek; “Doğuştaki tek fevkaladelik, inançlı ve kararlı bir Türk olarak dünyaya gelmemdir.” diye övünebilmişti. Atatürk, “Askerlik yalnız talimnamelerden ve harp tarihinden öğrenilmez. Komutan o şahıstır ki, evvelce öğrenilmemiş ve tecrübe edilmemiş durumlar karşısında derhal bir çare bulabilsin ve talimnamelerin üzerine çıkabilsin.” demişti. O’na göre komutan askerliğin beynidir ve her kademede bu böyledir. Komutansız bir birlik başsız bir vücuttan farksızdır. Komutan; ani karar ve teşebbüsleriyle bilgisi arasında bir muvazene kurabilmeli, cesaretle ihtiyatkârlık arasında ifrat ve tefrite düşmemelidir.

Bunların yanında, O büyük bir stratejistti. Sakarya’da bunun zirvesine yükselmiş; zamanı ve mekânı, en iyi seçerek, imkânları ve elemanlarını en iyi değerlendirerek elindeki kuvveti maharetle kullanabilmiştir. ATATÜRK Almanya’yı ziyareti sırasında başkomutan Mareşal HİNDENBURG’a, Alman ordularının Fransız cephesindeki taarruzunu kastederek: “Bu taarruzdan özellikle umduğunuz hedef nedir?” diye sormuştu ama HİNDENBURG bu soruya cevap verememiştir. Bu konuşmalardan anlaşılıyor ki O, daha o zaman, her türlü hareket ve zaferde insani bir gaye peşindedir. O, “Zafer, zafer benimdir diyebilenindir.” derken, neye iman etmek gerektiğini daha sonra Kasım 1933’te şu cümlelerde ifade etmiştir:

“Hiçbir zafer gaye değildir. Zafer; ancak kendisinden daha büyük olan gayeyi elde etmek için belli başlı bir vasıta yerindedir. Gaye bir fikirdir. Zafer bu fikrin istihsaline hizmet nispetinde bir kıymet ifade edecektir. Yüksek bir fikrin istihsaline dayanmayan, Milli ve insani bir gaye taşımayan zafer boşuna bir gayrettir. Her büyük zaferin kazanılmasından sonra, yeni bir alem, yeni bir hedef doğması gerekir. Yoksa sadece zafer, boşa giden ve bunca zahmete değmeyen bir gayedir.”

Başkomutan M. Kemal ATATÜRK’ün ölümünden 12 gün evvel ordusuna son sözleri şunlar olacaktır:

“Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan; her zaman zaferle beraber, medeniyet nurlarını taşıyan Türk ordusunun, memleketini en buhranlı ve müşkül anlarda bile zulümden, felaket ve musibetlerden ve düşman istilasından nasıl korumuş ve kurtarmış ise; Cumhuriyetin bugünkü feyizli devrimleriyle ve askerlik tekniğinin bütün modern silah ve vasıtaları ile mücehhez olduğu halde, vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına şüphem yoktur. Türk vatanının ve Türklük camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni, her an ifaya hazır ve amade olduğuna benim ve bütün ulusumun tam bir iman ve itimadımız vardır.”

Atatürk, Milletine hükmetmeyi değil, hizmeti amaçlamıştır!

M. Kemal Atatürk: “Komünizm, Türk Dünyası’nın ve insanlığın en büyük düşmanıdır. Her görüldüğü yerde ezilmelidir.” derken dinsizliğin ve Darwinizm’in de tehlikesine dikkat çekmişlerdir.

Atatürk’ün mirasını gereği gibi taşıyabilmek için, “Gerçek Atatürkçülük”ün nasıl olması gerektiğinin doğru anlaşılması önemlidir. Bu önemli gerçeğin kavranması bilinçli her vatan evladına büyük bir vazife ve sorumluluk yüklemektedir. Her şeyden önce şu gerçek çok iyi bilinmelidir ki, seviyeli bir Türk milliyetçisi ve samimi bir mü’min olan Atatürk, milli mücadelenin her safhasında komünizm ve materyalizm gibi safsataların hiçbirine rağbet etmemiştir.

Atatürk, huzur ve düzeni bozan, ülkeyi felakete sürükleyebilecek olan ideolojilere karşı milletini uyarmış, bunlarla mutlaka mücadele edilmesi ve uzak durulması gerektiğini pek çok kereler belirtmiştir. “Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara; özellikle varlığı ve bağımsızlığı, hürriyet ve hakları, milli birlik ve dirliğin korunması ile çatışan tüm yabancı öğelerle mücadele gereği telkin edilmelidir.” diyerek, yeni neslin de bu mücadele için bilinçlendirilmesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Atatürk’e göre komünizm ve faşizm bu tarifin içinde yer alan, milletin geleceği için son derece tehlikeli ideolojilerdir. Atatürk, temeli Darwinizm’e ve diyalektik materyalizme dayalı olan komünizme kesin ve net tavır almış, bu tehlikeli ideolojinin “her görülen yerde ezilmesi gerektiğini” söylemiştir. O, her iki ideolojinin de gerçek yüzünü çok iyi kavramış ve halkımızı da bu konuda bilinçlendirmek için gayret etmiştir. Aşağıdaki ifadeler Onun engin görüşünü ortaya koyması açısından çok önemlidir:

Dünya milletlerinin emperyalist ülkeler tarafından zaman zaman pervasızca paylaşıldığını ve bu paylaşma esnasında gelişmemiş ülkelerin tarihten silindiğini hafızalardan silmek kadar büyük gaflet görülmemiştir. Dünyanın bugünkü durumu hiç de parlak değildir. Her ülke, gençliğini bir başka bozuk ideolojiye sahip olarak yetiştirme gayreti içindedir. İtalya faşizm ideolojisine dört elle sarılmış bulunuyor. Bu ülkenin diktatörü Mussolini, ülkesinin sekiz milyon faşist gencin süngüsü üzerinde yaşadığını haykırıp duruyor… Almanya’da Hitler’in yaratarak geliştirmekte olduğu Nazilik de faşizmin bir başka ve tehlikeli benzeri oluyor. Hitler bir ırkçıdır. Dikkat buyurunuz, milliyetçi demiyorum, ırkçıdır diyorum. Alman ırkını en üstün ırk olarak gören bir mecnundur. Alman gençliğini peşine takmış, onlara bu ideali aşılamış, felakete sürüklüyor!.. Moskova’da oynanan oyun ise bir başka türlüdür. Stalin yalnız kendi gençliğine değil, dünya gençliğine komünistlik ideolojisini aşılamaya çalışıyor. Komünistlik propagandasının, fukarası ve cahili çok ülkelerde ne kolay taraftar topladığı ise ortada bir gerçektir ki, girdiği yeri mahvediyor!”[2]

Evet, bu ideolojiler arkalarında milyonlarca ölü, binlerce acılı insan bırakarak, girdikleri her ülkeye yıkım ve felaket getirmiştir. Bunlar içten içe milleti kemiren ve sömüren ideolojilerdir ve gerçek vatanseverlerin bu ideolojilerle fikir alanında mücadele etmeleri, Atatürk’ün önemli bir vasiyetidir.

Atatürk, 1932 yılında yaptığı bir konuşmada, komünizmi ciddi bir tehdit ve tehlike olarak gördüğünü açık bir şekilde söyle haykırmıştır:

“Bugün Avrupa’nın doğusunda bütün uygarlıkları ve hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir güç belirmiştir. Bütün maddi ve manevi imkânlarını topyekûn bir şekilde, dünya ihtilali gayesi uğruna, seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malum olmayan, yepyeni siyasal metotlar tatbik etmekte ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile mükemmelen istifade etmesini bilmektedir. Avrupa’da çıkacak bir savaşın başlıca galibi ne İngiltere, ne Fransa, ne de Almanya’dır. Sadece Bolşevizm’dir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle en çok savaşmış bir millet olarak biz Türkler, orada cereyan eden olayları yakından izliyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan Doğu milletlerinin düşünce yapılarını mükemmelen sömüren, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen Bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almış vaziyettedir.”[3]

Atatürk komünizm tehlikesine karşı Türk Milleti adına duyduğu endişeyi, Ali Fuat Cebesoy’a yazdığı bir mektupta şöyle hatırlatmıştır: “İçerden ve dışardan çeşitli maksatlarla bu akımın (komünizmin) memleketimiz içine girmekte olduğu ve buna karşı akla uygun tedbir alınmadığı takdirde milletin pek çok muhtaç olduğu birlik ve sükûnunu bozan durumların ortaya çıkması imkân dairesinde görülmüştür…”[4]

Atatürk, Samimi Bir Dindar ve İnançlı Bir İnsandır!

Bir kısım karanlık çevrelerin Atatürk’ü din karşıtı olarak tanıtmaları kendi ideolojilerini benimsetmek için söyledikleri bir yalan ve iftiradan ibarettir. Atatürk’ün pek çok sözü ve kendisini yakinen tanıyanların şahitlikleriyle şurası açık bir gerçektir ki Atatürk samimiyetle İslamiyet’e inanan bir liderdir. Sadece aşağıdaki sözleri bile Atatürk’ün gerçek bakış açısını ortaya koymaya yeterlidir:

“Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum. Şuura aykırı, ilerlemeye mani hiçbir şey ihtiva etmiyor.”

“Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir. Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalb ve vicdanından çekip alamamıştır ve alamaz.”  

“O’nun hak peygamber olduğundan şüphe edenler, şu haritaya baksınlar ve Bedir destanını okusunlar. Hz. Muhammed (sav)’in bir avuç imanlı Müslüman’la mahşer gibi kalabalık ve alabildiğine zengin Kureyş ordusuna karşı Bedir’de kazandığı zafer, fani insanların kârı değildir; O’nun peygamber olduğunun en kuvvetli işareti işte bu savaştır. Hz. Muhammed (sav)’e karşı beslenilen sevgi, ancak O’nun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli edebilir.”

“(Türkler) Gerçek İslam’ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini olduğu gibi almak yerine, çarpıtılmış yorumlarına bağlanmak hususunda inatçı bulundular. İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor.” teşhis ve tespitleri, aynı zamanda tedavi çarelerini de özünde barındırmaktadır.

“Tek kişilik bir ordu” tanımına en uygun diğer bir şahsiyet iseDevamını okumak için tıklayınız.

 


[1] Bak.16.Kasım.1938 Cumhuriyet Gazetesi

[2] Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti, Sabiha Gökçen, s.155

[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, c.3, s.94-95

[4] 31 Ekim 1920, SD, IV, s. 360-361

[5] Afet Ilgaz / Milli Gazete / 30.05.2007

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.