“İslam’ın Devlet Talebi ve Hedefi Yoktur!” İddiaları İFTİRADIR VE DİN TAHRİBATIDIR

704
Paylaş:

15 Ocak 2019

İslam’ı; kapitalist ve sosyalist rejimlerin veya diktatörlüklerin aksesuarı olarak kullanmak isteyen şeytani kesimler: “Hz. Peygamberin bir devlet kurmak için görevli kılınmadığını ve İslam’ı yaşamak için bir devlete ihtiyaç duyulmadığını” ortaya atmışlardır. Bu iddialar, Kur’an’ın hikmetine ve Resulûllah’ın hedeflerine tamamen aykırı saptırmalar ve safsatalardır. Son zamanlarda Mustafa İslamoğlu gibi bazı bilgiçlik budalalarının; “Yürek Devleti”, “Kalpleri fethetme ve güzel ahlakı yerleştirme seferberliği” gibi cafcaflı laflar arkasında, İslam’ın Kâmil Sistem, Adil Düzen, Fadıl Devlet ve Hükümet kavramlarını ve kurumlarını laçkalaştırma ve gereksiz sayma çabaları yoğunlaşmıştır. Bütün bunlar, aslında bir zamanlar Fetullah Gülen’e yaptırılmaya çalışılan ve yine bu maksatla AKP’yi Milli Görüş’ten koparıp iktidara taşıyan, malum ve mel’un odakların dayattığı “Ilımlı İslam” sapkınlığının farklı yansımalarıdır. Bu adamlara sormak lazımdı: Kur’an’ın, “Sizin için kısasta (haksız yere öldürdüğü kişiye karşı katilin idam olunması hükmünün uygulanmasında) hayat vardır”gibi emirlerini, eğer Adil bir Devlet yoksa kim uygulayacaktır? Bu iş; mahalle meclislerine, cami cemaatine veya kabile reislerine mi bırakılacaktır. Hak ve adaleti esas alan bir devletin olmadığı yerde, fertler ve aşiretler mi bu hükümleri tatbikata koyacaktır?

“Allah, içinizden iman edenlere ve salih ameller işleyenlere (şunları) va’ad etmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirip (huzura ulaştıracaktır. Çünkü) Onlar, yalnızca Bana ibadet yaparlar (her hususta Kur’ani kuralları esas alırlar) ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.” (Nur: 55) ayeti, Müslümanların etkili, yetkili, otoriteli ve organizeli bir devlet düzeni kurmaları gereğine işaret buyurmakta, bu yöndeki çabaları başarıya ulaştırmanın İlahi bir vaat olduğu hatırlatılmakta ve devletsiz hâkimiyet ve hürriyetin mümkün olmayacağı vurgulanmaktadır.

“(Ey Resulûm) Sana indirilen (Kur’an’a) ve Senden önce gönderilen (Kitaplara), sözde inandıklarını öne süren (sahtekâr münafıkları) görmez misin? Ki bunlar, (hak ve adalet ölçüleriyle değil) tağutun önünde (zalim ve bâtıl düzenlerin kurum ve kurallarıyla) muhakeme olunmak (şeytan fikirli Yahudi ve Hristiyanların hükmü altında yaşamak) istemektedirler?! Oysa (mü’min ve Müslüman sayılmak için) onu (tağutu ve süper güç putunu) red ve inkâr etmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları derin ve dönüşü olmayan bir sapıklığa sürüklemek istemektedir.” (Nisa: 60) ayetinde, “Tağut”ların, yani İslam dışı ve Kur’an’a aykırı devlet nizamlarının hükmüne ve himayesine razı olmanın, Adil bir Düzeni kurma amacı taşımamanın, açıkça münafıklık ve sapkınlık olduğu beyan buyrulmaktadır.

“(Ey Resulûm) Biz Sana Kitabı (Kur’an’ı) Hakk olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın Sana gösterdiği şekilde adaletle hüküm veresin (İslami ve insani hukuk kurallarına göre hükümet edesin). Sakın (İslâm’a ve insanlığa aykırı sistemleri beğenen ve sözde Müslüman geçinen) hainlerin tarafını çekmeyesin!” (diye Hz. Peygamber Efendimizin şahsında bütün mü’minler uyarılmıştır).” (Nisa: 105) ayetinin emri istikametinde, Hz. Peygamber Efendimiz meşhur Medine Sözleşmesi’ni hazırlamış ve İslam Devletinin temellerini atmıştır.

Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır’ın temelsiz iddiaları!

20 Mayıs 2017 tarihinde; Hilal TV’de bir programa katılan Abdülaziz Bayındır, şunları ortaya atmışlardı:

“Kur’an-ı Kerim’in neresinde kurum kavramını görmüşler? Resulûllah (SAV)’in bir devlet kurmak için ortaya çıktığı var mı? Bütün Nebiler şunu söylemiyor mu insanlara? Sizden bir karşılık istemiyorum. Benim alacağım ücret Âlemlerin Rabbi Allah’a aittir, Allah verecektir. Peki, şimdi siz geliyorsunuz diyorsunuz ki, “Ben Türkiye’de kimseden bir şey istemiyorum, sadece devleti verin yeter.” Öyle olmuyor mu? Ne kaldı geride zaten? Devleti kurmak için ortaya çıkan bir tane Nebi var mı? Resulûllah devlet kurmak için mi ortaya çıktı? Rivayetlere göre: Mekke’de O’na en az iki kez “Seni başımıza geçirelim!” dediler, hiçbir şey yapmadı (kabule yanaşmadı). Eğer dünyalık peşinde koşarsanız, sisteminizi ona göre kurarsınız. İnsanları kendi etrafınızda toplamaya çalışırsınız. Ama Allah’ın dini peşinde koşarsanız, o zaman Allah ne emretmiştir onu anlatırsınız… Yav kurumun dini olur mu hiç. Devletin namaz kıldığını göreniniz var mı? Devlet oruç tutuyor mu? Devletin ahiret korkusu olur mu? Devlete inan desen kime diyeceksin? Devlet kim? Hiç devletle tokalaşanınız var mı? Devletle oturup bir bardak çay içeniniz var mı? Yav, bu ne biçim kafadır Allah aşkına yav!..”[1]

Oysa, evet Resulûllah (SAV) elbette nihai hedef olarak; Kur’an’a, vicdana, akla ve ahlaka uygun bir devlet düzeni kurmak üzere görevli kılınmıştı. Bu maksatla;

1. Tebliğ ve davet aşamasından,

2. Teşkilat ve organize olma aşamasından sonra,

3. Otorite sahibi bağımsız Devlet kurma aşamasına ulaşmıştı.

Hz. Peygamber Efendimize cahiliye önderlerinin, Mekke yönetiminde yetkili ve etkili makam verme teklifleri; İslam davasından, Kur’ani inanç ve ahlak esaslarından vazgeçip, şirkin şeytani ve gayri insani kurum ve kurallarına uyma ve uygulama şartına bağlıydı. Üstelik bu teklifin bir tuzak olduğunu Efendimiz hemen anlamıştı; çünkü müşrik liderler, Peygamberimiz kabul etse de vermeye yanaşmayacaklardı, zaten küfür ve sömürü iktidarları elden gitmesin diye İslam’a karşı çıkmışlardı.

“Peki, Allah’ın kurallarını devlet düzeyinde uygulamak için sizin harekât fıkhınız, tarzınız nasıl olacaktır? Müslümanlar Allah’ın kurallarına devlet düzeyinde nasıl kavuşacaktır?” sorusunu ise Sn. Bayındır şöyle yanıtlamıştı:

“Devlet dediğiniz kimdir? İçinizde devletle oturup bir bardak çay içeniniz varsa parmak kaldırsın. Ya da içinizde devletle tokalaşanınız, selamlaşanınız var mı? Devlet insanların kurduğu bir düzendir. Bu düzenin parçaları kimdir? İnsan. İşte devlet benim kardeşim, devlet sensin, devlet odur. Şimdi devlet diye hayalimizde bir yapı oluşturuyoruz, onun tepesinde olanlara birtakım şeyler veriyoruz. Ondan sonra onları Müslüman edeceksin. Hiç kimseyi hiç kimsenin Müslüman etme yetkisi yoktur. Böyle bir şey yok. Senin zihnindeki devlet yüzde yüz Kur’an-ı Kerim’i uygulasa da sen bir başarıya ulaştığını mı zannedeceksin? Bu (İSLAM) inanılması gereken bir şeydir. Sen Müslüman’san İslam’ı kendinde tatbik edersin. Ailene sözün geçiyorsa ailende tatbik edersin. Bakın Lut (A.S.)’ın karısına sözü geçmemiştir, Nuh (A.S.)’da öyle. O’nun da karısına ve oğluna sözü geçmemiştir. Gücün yetiyorsa. Ne zaman Devlet dediğimiz insanlar Allah’ın dinini yaşamaya karar verirlerse, zaten devlet uygulamaya başlamış demektir. Allahü Teâlâ şöyle diyor: “Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ” Allah kimseyi gücünün üstünde bir görevle, bir yükle yükümlü tutmamıştır. Bizim burada anlattıklarımız o. Bazı insanlar devletin birtakım makamlarına gelmek için böyle can atıyorlar. Dinden başka kullanacakları bir şeyleri kalmamış… O zaman Müslümanların dindarlığını istismar ederek kendilerine makam açmaya çalışıyorlar. Biz böylelerinin oyununa asla gelmeyiz.”[2]

Oysa Kur’an-ı Kerim, o dönemin şartlarına ve ihtiyaçlarına uygun otorite ve organizeler (devlet müesseseleri) kuran, Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. Süleyman, Hz. Yusuf gibi Nebi ve Resulleri anlatmaktadır. Kaldı ki, en son ve en mükemmel örnek (üsvetün hasene) olan Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın hayatı zaten ortadadır. Hatta Hz. Davut’u ve Hz. Süleyman’ı, kurdukları ve İslami kanunları uyguladıkları devlet yöneticiliğinden dolayı, Ehli Kitap onları, “Kral ve Hükümdar” olarak anmaktadır. Ve yine bütün İslam uleması bir konuda içtihada esas alınmak, yani delil ve dayanak sayılmak hususunda tek bir ayeti ve örneği bile yeterli saymışlardır.

Abdülaziz Bayındır, 20 Haziran 2013 tarihinde yayımlanan söyleşisinde:“Miras paylaşımının mü’minlere ait olduğunu söylüyorsunuz. Burada mü’minler devlet mi oluyor?” sorusuna verdiği yanıtlar da tutarsız ve asılsızdır.

“Batı anlayışındaki devlet bizde yoktur. Fransız ihtilalinden sonra ortaya çıkan bir devlet anlayışı var. Bizde her insan devlettir. Niye biliyor musunuz? Çünkü Müslümanlar Allah’tan başkasına kul olamazlar. Bu ne demektir? Herkesin özne olması demektir, her insan öznedir. Ne demek ki özne olmak? Her insan yapabileceği her şeyden sorumludur demektir. Ve devlet başkanı da olsa sorumludur, en küçük vatandaş da olsa sorumludur. Onun için bak dikkat edersen, bizim geleneğimizde ordu yoktur. Herkes askerdir. Bizim geleneğimizde bugünkü gibi devlet teşkilatı falan yoktur, çünkü herkes görevini yapacak. Polis Teşkilatının kuruluşunun kaçıncı yıl dönümü. Efendim Jandarma Teşkilatının kuruluşunun kaçıncı yıl dönümü. Savcılık ne zaman başladı? Herkes savcıdır, herkes jandarmadır, herkes polistir, herkes bekçidir. Herkes devletine de sahip çıkmak zorundadır, sokağına da evine de şehrine de. Ama Fransız ihtilalinden sonra oluşan devlet yapısında devlet tanrılaşmıştır. Teokratik devlet vardır bugün. Hâlbuki bizde böyle bir şey olmaz. Allahu Teâlâ Nisa Suresi’nin 59. ayetinde diyor ki: “Yâ eyyuhâllezîne âmenû atîûllâhe ve atîûr resûle” mü’minler, Allah’a ve Resul’e itaat edin, Resul kimdir? Allah’ın sözünü tebliğ eden. O zaman Resul’e itaat eden kime itaat etmiş olur? Allah’a itaat etmiş olur. Ondan sonra “ve ulil emri minkum” içinizden olan yetkililere de itaat edin. Ondan sonra “fe in tenâza’tum fî şey’in” herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz. Kiminle anlaşmazlığa düşülür. Allah’la anlaşmazlığa düşülür mü? Kiminle düşülür? Yetkiliyle. O zaman her vatandaşın, devletin her kademesindeki yetkiliyi mahkemeye verme hakkı vardır.”[3]sözleri de içinde çok açık çelişkileri barındırmaktadır. Önce “içinizdeki yetkililere itaat edin” ayetinin hükmü nasıl uygulanacaktır? Eğer kurulmuş bir devlet otoritesi ve organizesi yoksa, bu yetkilileri kim atayacaktır? Ve yine sormak lazım: “Vatandaşın devletin her kademesindeki yetkiliyi şikâyet edeceği MAHKEME’ler” nasıl kurulacak, bu mahkemeler hangi kanun ve kurallara göre karar alacak ve bu kararlara uymayanları kim hesaba çekip hizaya sokacaktır? Hâlbukidevletsiz toplum, beyinsiz bir vücuttan farksızdır.

Velhasıl, Dinimizin; İslami amaçlara ve temel insan haklarına uygun Adil bir Devlet düzeni kurmak ve bütün dünyada bir barış ve bereket medeniyeti oluşturmak gibi bir amacının olmadığını savunmak, cahillikten çok öte kasıtlı bir safsata ve saptırmadır ve açıkça din tahribatıdır. Elbette ve kesinlikle “İslam’ın devlet talebi vardır…” Ancak bunu: “Bütün Müslümanların tek bayrak altında toplanması lazım” şeklinde anlamak yanlıştır. Çünkü, İslam Birleşmiş Milletler Teşkilatı, İslam Ortak Pazarı, İslam Dinarı, İslam Savunma Paktı ve İslam İlim ve Kültür dayanışması gibi evrensel kurumlar, bütün Müslümanların yekvücut olmalarını zaten sağlayacak ve böylece tüm mazlumların da sığınağı olacaktır.

“İslam Devleti yüreklerde kurulmalıdır” sözleri ise kof bir edebiyattır ve İslam’ın sadece gönüllere hapsedilmesi ve devlet hayatından sökülmesi amaçlıdır. Bu tür yaklaşımlar, hayatın her safhasına uygun kural ve kurumlar koyan Yüce Dinimizi, yozlaştırılmış Hristiyanlık düşüncesine, Budizm, Şintoizm, Taoizm seviyesine indirgemek anlamını taşımaktadır. Bu tür iddialar İslam’a iftiradır, Hak’tan inhiraftır ve hidayet kararmasıdır. Bunlar acaba, gerçekten bu denli kalın kafalı mıydı, yoksa Ilımlı İslamcıların farklı bir versiyonu olarak, özel mi kiralanmışlardı?

“Halifelik” (Hükümranlık) Fertlerden ziyade Devlete layıktır!

Yeryüzünde Allah’ın (CC) halifesi olabilecek ve O’nu hakkıyla temsil edecek yetenek ve yetkiye, fertlerden ziyade devlet sahiptir. Cenab-ı Hak’kın bütün isim ve sıfatları, ancak şuurlu Müslümanların gayret ederek kuracakları bir “adil devlet düzeni” içerisinde kendini gösterebilir. Örneğin Cenab-ı Allah’ın (CC):

“Rezzak”, (sebeplerle rızıklandıran) sıfatını, vatandaşlarına insanca yaşama şartları ve geçim imkânları sağlayan, zekât vergisini mükelleflerden alıp, müstahaklara dağıtan bir devlet en güzel biçimde temsil edebilir.

“Mü’min”, (kullarını emniyetle tutan) sıfatını, Müslümanların can, mal ve namus güvenliğini, din ve düşünce özgürlüğünü koruyan bir devlet en iyi şekilde gösterebilir.

“Adil”, (herkese ve her hususta hak ettiğini veren) sıfatı, ancak tabii ve evrensel hukuk nizamını kuran ve uygulayan bir devlet düzeninde hakkıyla tecelli edebilir.

“Hakem”, (uyuşmazlık konularında taraflar arasında hakkaniyetle hükmeden) sıfatının gereği, ancak güçlü bir devlet düzeninde ve adil mahkemelerce yerine getirilebilir.

“Rab”, (basitten mükemmele doğru tedrici bir suretle terbiye edip yetiştiren ve hayatın dengesini korumak için fıtri kanun ve kuralları yerleştiren) sıfatı en mükemmel şekilde ancak bütün fertlerini ve özellikle gençliğini çeşitli kademedeki eğitim ve öğretim kurumlarında yetiştirip, İslam’ın ve insanlığın hizmetine hazırlayan bir devlet düzeninde tezahür edebilir.

“Şafi”, (şifa veren) sıfatı, en güzel ve en geniş manada ancak çeşitli hastalıklara karşı gerekli koruma tedbirlerini alan ve hastaların tedavisi için yeterli hastaneler, dispanserler vb. yerler açan, yeterli doktor ve ilacı hazırlayan bir devlet tarafından yerine getirilebilir. Ayrıca:

“Vali”, (kâinatı ve hadisatı (evreni ve olayları) yöneten),

“Vekil”, (işlerini kendisine bırakanlara sahip çıkan ve haklarını koruyan),

“Şehid”, (her yerde ve her zaman hazır ve nazır olan),

“Mücib”, (yalvaranların ve ihtiyacını anlatanların isteklerine cevap veren),

“Hafiz”, (her şeyi koruyan ve muhafaza edip saklayan),

“Melik”, (mülkün ve memleketin gerçek sahibi, hükümdarı bulunan), gibi diğer bütün esma ve sıfatlarını, en geniş şekilde tecelli ve tezahür ettirecek ve yeryüzünde en güzel biçimde Allah’ı temsil edecek, yani O’na halife olabilecek makam; fertlerden ziyade, devlettir… Fertler tek başına, bütün esma ve sıfatlarıyla ve Kur’ani kurallarıyla Allah’ı temsil edemezler ve hilafet mes’uliyetini yerine getiremezler. Zira, bir fert olarak Kur’an adaletini yürütemezler. Bu nedenle devlete, “İnsan-ı Kâmil” denilebilir. Zaten Efendimiz (SAV), “Müslümanlar bir vücudun azaları gibidir.” buyururken bu manaya işaret etmişlerdir.

“O sizi yeryüzünün halifeleri kıldı ve size verdikleriyle sizi denemek için kiminizi kiminize göre derecelerle yükseltti. (Kimilerinizi ötekilerinizden mal, mevki, marifet yönünden derece derece üstün kılarak, size verdiği nimet, fazilet ve fırsatlarla sizi imtihan etmektedir.) Şüphesiz senin Rabbin, sonuçlandırması pek çabuk olandır ve şüphesiz O, Bağışlayandır, Esirgeyendir.”[4]

“(Salih kavmine dedi ki:) Ad (kavminden) sonra Allah’ın sizi halifeler kıldığını ve sizi yeryüzünde yerleştirip barındırdığını hatırlayın.”[5]

Fakat onu yalanladılar; Biz de onu ve gemide onunla birlikte olanları kurtardık ve onları halifeler (yeryüzünde etkili ve yetkili kimseler) kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk. Uyarılanların nasıl bir sonuca uğratıldıklarına bir bak (ki, uyarıldığı halde laf dinlemeyen ve hatasını kabul etmeyen benlik ve kibir ehlinin sonu nasıl noktalanmıştır).”[6]

“Yeryüzünde sizi halifeler kılan O’dur (Rabbinizdir). Öyleyse kim inkâr ederse, artık (hür irade ve tercihi ile yaptığı bu) inkârı kendi aleyhinedir. Rableri katında kâfir olanlara kendi inkârları, (İlahi) gazaptan ve azaptan başkasını ziyadeleştirmiş olmayacak ve kâfir olanlara kendi inkârları kayıptan ve pişmanlıktan başkasını arttırmayacak (bütün bunlar kendi başlarına belalar açacaktır).”[7]

“Ya da sıkıntı ve ihtiyaç içinde olana, Kendisi’ne (Rabbine) dua ettiği zaman icabet eden, kötülüğü açıp gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı (daha hayırlıdır?) Allah ile beraber başka bir ilah mı? (Bu nasıl bir akılsızlıktır?) Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz. (Bunlar her belaya müstahaktı.)[8] gibi ayeti kerimeler de, yeryüzünde Allah’ın halifesi olmak sıfatının ve sorumluluğunun fertlerden ziyade, devlete ait olduğuna işaret etmektedir. Çünkü “kendilerine kuvvet ve hâkimiyet verilenlerin “halifeler” kılındığı” belirtilmektedir. Kuvvet ve hâkimiyet ise fertlerin değil devletin elindedir.

Yüce Mevla insanı, hem toplum halinde ve sosyal bir düzen içinde yaşayacak ve birbirlerinin marifet ve meziyetlerinden yararlanacak bir fıtratta yaratmış; hem de kişilik haklarını ve şahsi hayatını özgürce koruyup kullanacak bir istidatla donatmıştır. İşte bireylerin kendi benliğini ve başkalarından fark edici özellik ve hürriyetini temsil eden ve onu mes’uliyet altına iten özgün şahsiyetine NEFİS tabir olunmaktadır. Bu NEFİS’lerimiz hem özgürlük ve özgüven kaynağımız, hem de imtihan aracımızdır. Nefsinin keyfi ve zalim arzularına kapılanlar; hayvanlık, hatta şeytanlık derecesine yuvarlanacak, onu disiplinize edip dizginleyen ve sürekli eğitip hayra hizmet ettirenler ise, olgun ve onurlu insan mertebesine yükselmiş olacaktır. Gerçek özgürlük; nefsi bağımlılıklardan, dünyevi tutkulardan ve ideolojik saplantılarından kurtulmuş olmaktır. Hayvani ve şehvani duyguların kölesi ve basit korkuların ve arzuların esiri olanlar, insani hürriyet ve haysiyetin tadına asla varamayacak, bunlara tüm demokratik imkânların ve temel insan haklarının sunulması da hiçbir işe yaramayacaktır. Bu nedenle, “fert”leri disiplinize edecek, Hak’ka ve hayra yönlendirecek, zulüm ve kötülüklerinden caydırıp engelleyecek bir toplum düzeni,yani Devlet otoritesi mutlaka lazımdır. İnsanlık tarihi boyunca, 1- Aile ve aşiret disiplini, 2- Kabile ve kavmiyet düzeni, 3- Cemiyet ve devlet otoritesi süreçleri, tedricen ve tekâmülen yaşanıp olgunlaşmıştır. Yani her “fert”, birey olarak; hem bağımsız ve saygın bir şahsiyet ve hürriyet hakkı kazanır, hem de bağlı bulunduğu cemiyet ve devletin sorumlu bir üyesi konumundadır. “Müslümanlar aynen bir vücut gibidirler.” mealindeki Hadisi de buna göre anlamalıdır. Çünkü bir vücuttaki: Kalp, mide, ciğerler, böbrekler, el, ayak, göz, kulak, gibi yüzlerce organın her birisi ayrı bir parçadır ve bağımsız çalışır; ancak bunların hepsi aynı beynin ve sinir sisteminin güdümünde bir bütün halini almıştır. Aksi halde tek tek hiçbirisi hiçbir işe yaramayacaktır ve dağılacaktır. Böylece gerçekten ferdi özgürlük ve olgunluğa ve içtimai şuur ve sorumluluğa ulaşanlar, onurlu ve huzurlu insanlardır. Bu şekilde uyanık ve aydınlık bir vücut halini almış topluluk (ümmet), uykudaki -bir alay- kalabalığı uyandırmaya yeterli olacaktır. Bizim referans kaynağımız, inancımız ve vicdanımız olursa, aklımız asla şaşmayacaktır. İster tabanca mermisi, ister top güllesi, ister atom füzesi kullansın ve isterse tebliğ makalesi yazsın; insan hedefini doğru saptamadıktan, iyi nişan almadıktan ve namluya doğru mermi koymadıktan sonra, sürekli karavana sıkacak ve boşuna çırpınacaktır. Devamını okumak için tıklayınız.

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.

    Bu makaleyi sesli olarak da dinleyebilirsiniz.