Fetullah Gülen’e Hakaret İddiasıyla İlgili: T.C İSTANBUL 25. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİNE, FETULLAHÇILARIN İKTİDARDAN HÜRMET VE HİZMET GÖRDÜKLERİ BİR SÜREÇTE, EYLÜL 2013 TARİHİNDE SUNDUĞUM SAVUNMAMDIR

699
Paylaş:

6 Ekim 2018

İlgili yazımıza bir bütün olarak bakıldığında, Bediüzzaman Said Nursi ve Mustafa Kemal gibi tarihi şahsiyetlere yönelik haksız ithamları gidermeye, Milli ve manevi değerlerimizle barışık hale gelmeye uğraştığımız kolayca ortaya çıkacaktır. Ayrıca hem dinimize hem devletimize yönelik yozlaştırma girişimlerine karşı toplum uyarılmaya çalışılmıştır. Bu genel yaklaşım içinden, bir iki cümle cımbızlanıp sözlerimizin amacından saptırılması yanlıştır. Bizim hiçbir kişiye veya kesime, şahsi kızgınlığımız ve hakaret kastımız yoktur, olmamıştır, bunun için bir sebep de bulunmamaktadır.  

“Dış güçler” deyince herkesin olduğu gibi bizim de aklımıza:

1– Haçlı Avrupa ve onların ruhani merkezi Vatikan (Papalık),

2– Amerika, istihbarat kurumları ve Siyonist odaklar gelmektedir.

Sn. Fetullah Gülen’in Vatikan ziyaretlerindeki Papa’ya özel mektuplarında “papalık misyonunun bir parçası olduğunu” iftiharla açıklaması ve 18 Aralık 2007’de ABD’de oturma izni ve vize verilmesi için CIA istasyon şeflerinden, Yahudi Lobilerinden, papaz ve keşişlerden; farklı zamanlarda Türkiye’mize ve İslamiyet’e hakaretleriyle meşhur kişilerin kendisine destek referansı yazmaları, haliyle kafaları karıştırmaktadır.

Gülen’in, Amerika’da kalabilmek, Türkiye’ye dönmemek için istediği vizeye daha kolay kavuşabilmek amacıyla işbirliği yaptığı dostları olan şu CIA istasyon başkanlarını, en etkin Papazları ve Hahamları devreye soktukları yerli ve yabancı basın-yayın organlarında yer almıştı.

George Fidas: ClA’nın Dışa Açılım ve Analiz Bölümü Direktörlüğü görevini yürüten bir isim. Halen Karma Askeri İstihbarat Konseyi Üyesi.

Graham Fuller: Eski Ulusal İstihbarat Konseyi Başkan Yardımcısı ve eski CIA Türkiye Masası Şeflerinden.

Morton Abromowitz: ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi. CIA Ajanı. Halen Carnegie Endowment ve The Century Foundation üyesi.

Gülen’in Amerika’da kalması için destek veren papazlar ise şu isimlerden oluşuyordu:

Aleksander Karlutsos: ABD Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu’nun Yardımcısı.

Rahip Floyd Schoenhals: Evanjelist Kilisesi Arkansas-Oklahoma Sirtodur.

Rahip Thomas Michael: Katolik Kilisesi Cizvit Tarikatı mensubu.

Rahip Donald Senior: Katolik Teoloji Birliği Başkanı.

James Kenneth Echols: Chicago Lutheran Teoloji Okulu Başkanı.

Rahip Teny Mathis: California Üniversitesi Riverside Kampusu Rahibi.

Rahip Loye Ashton: Tougaloo College Dini Çalışmalar Bölümü Başkanı.

Şimdi Fetullah Gülen’in hiçbir resmi görevi ve dini temsil yetkisi olmaksızın bu dış merkezlerle münasebetlerinin kimler tarafından tertiplendiğini?

Bu merkezlerin “dış güçler” kapsamına girip girmediğini?

Bu merkezlerin Türkiye Cumhuriyeti Devletimize ve Yüce Dinimize yönelik hıyanet faaliyetlerini ve düşmanlık hedeflerini;

Devlet imkânları elinde bulunan Sn. Savcılık makamının ve Yüce Yargımızın araştırıp tespit etmesini arz ve talep ediyoruz.

Bu dış güçlerle, devletimize ve dinimize yönelik hain girişimleri tercihen ve tekraren tescilli olan bu Haçlı ve Siyonist ilişki ve işbirliğinde bir eleman (figür) olmak, hizmet ve hikmet sayılırken; bizim Milli duyarlılık ve manevi sorumlulukla bunları dile getirip kuşku ve merakları giderme gayretimizin suç ve hakaret sayılması akla ve insafa aykırıdır.

Fetullah Gülen’in: “Kur’an’da ve Sünnette yer alan (Yahudilere yönelik) eleştiri ve lanetlemeler, belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe yapılıyor” çarpıtmasıyla, din tahrifatı yapıp yapmadığını ve yine “Dinlerarası Diyalog, Papalık Misyonunun bir parçası olduğu” açıklamasını Haçlı hedeflerine hizmet sayılıp sayılmadığının tespiti için, Diyanet İşleri ve İlahiyat Fakülteleri Hocalarından bilirkişi raporu alınmasını arz ve talep ediyoruz.

İşte Hoca Efendinin Papa’ya mektubu:

“Pek Muhterem Papa Cenapları,

Üç büyük dinin doğum yeri olarak bilinen toprakların, dünyayı daha iyi yaşanabilir bir mekân kılma yolundaki kutsal misyonumuzu, tam manasıyla bilen halkımdan size en içten selamları getirdik. Yoğun gündeminizden bize zaman ayırarak sizinle müşerref olmayı bahşetti­ğiniz için zatıâlilerinize en derin kalbi teşekkürlerimizi sunarız. 

Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan Dinlerarası Diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüret­le, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazı yardımlarımızı sunmak için size geldik.”[1] (Bu mektup 10 Şubat 1998 Zaman gazetesinde yayınlanmıştır. http://arsiv.zaman.com.tr /1998/02/10/guncel/politika/1.html)

Şimdi lütfen merakımızı bağışlayın!

1- Fetullah Gülen’e, Papa’yla görüşmek ve iş birliğine girişmek üzere; Türkiye ve dünya Müslümanları böyle bir yetki vermiş midir? Yoksa dış güçler ve karanlık merkezler mi ona böyle bir kılıf geçirmiştir?

2- Bu tavrı ve telaffuzlarıyla, İslam’ın tebliğcisi ve temsilcisi mi, yoksa Vatikan’ı da kontrolüne alan Siyonizm’in destekçisi midir?

3- Hz. Peygamber Efendimizin devrinin önemli devlet liderlerine gönderdikleri ve “Ya, bozuk ve batıl inançlarınızı bırakıp İslamiyet’e ve Benim risaletime iman edersiniz. Ya da tüm tebaanızın da günahını yüklenerek cehenneme girersiniz.” içerikli mektuplarıyla, Fetullah Gülen’in Papa’ya yazdığı mektubunda söyledikleri aynı şeyler midir? Hâlbuki Peygamber Efendimizin tavrı, izzet ve davet, bununki ise, acziyet ve teslimiyettir.

4- F. Gülen, haddini aşarak, “bugüne kadar İslamiyet’in hep yanlış anlaşıldığını ve bunun Müslümanların suçu olduğunu” söylüyor ve doğrusunun kendisi tarafından ortaya koyulacağını ima ediyor!.. Peki, bugüne kadar sahip çıktığını iddia ettiği Bediüzzaman ve onun izlerini takip ettiği tüm Ehlisünnet uleması; İslam’ın neresini yanlış anlamışlardı ve hangi yanlışları Müslümanlara öğütlemişlerdi?

5- Urfa’da 3 dinin ortak eğitimini verecek ilahiyat okulunu açma kararı, İsrail’le birlikte mi verilmişti? Çünkü AKP’li Belediye Başkanı döneminde bu proje, İsrail yardımıyla Urfa’da gerçekleştirilmişti.

6- Fetullah Gülen, acaba insanlığı, en azından kendi taraftarlarını; İslami değerlere göre yeniden düzeltmek ve yeryüzünde adil bir düzen yerleştirmek isteyen ender ve önder bir şahsiyet miydi? Yoksa kendi ifade ve itirafıyla Vatikan Konseyinin basit bir parçası ve Papa hazretlerinin bir takipçisi miydi?

Cemaat daha önce tehlikeli ve karanlık “Dış Güç” saydığı ADL ile sonunda sıcak ilişkilere giriyordu:

Siyonist Yahudilerin etkin kuruluşlarından ADL (Anti-Defamation League) Yahudi aleyhtarlığı ile mücadele” birliği anlamı taşıyordu. 1913 yılında New York’ta kurulan, Abraham Foxman’ın başkan olduğu bu dernek, Siyonizm’e hizmet ediyor ve hizmetçi yetiştiriyordu. Derneğin kuruluş gayesi olarak, “Yahudi toplumuna karşı yapılan karalamaları önlemek, Siyonizm aleyhindeki iddialara itiraz etmek ve gerekiyorsa karalama eylemlerini kanun önüne getirmektir.” deniyordu.

ADL Kurumunun özelliklerinden birinin de “İnançlar arası diyalog kampı oluşturmak” olduğu belirtiliyordu. ADL, New England Bölgesi Şubesi, Hristiyan, Musevi ve Müslüman gençleri bir haftalığına birbirlerini tanımaları ve dayanışmaları için “İnançlar Arası Kamp” ismi verilen bir organizasyon düzenliyordu. Bu organizasyon, İbrahimi inanca mensup genç üyeler arasında iyi ilişkileri geliştirmek fikriyle doğuyordu. Bilindiği gibi Fetullahcılar da aynı şeyleri savunuyordu.

Oysa Cemaatin Gazetesi Zaman, 20 Kasım 1992 günü ADL için şunları yazıyordu:

İngiliz Farmasonluğu’nun Yahudi kolu olan B’nai B’rith’in etkisi altındaki ADL (Anti-Defamation League) 1913 yılında kurulduğu bilinmektedir. ADL adeta, Amerikan mafyasının halkla ilişkiler bürosu gibidir… Kurdukları “Denizaşırı Yatırımcılar Servisi” adlı şirketle milletlerarası silah ve uyuşturucu kaçakçılığı, kirli parayı aklama gibi işleri yürütmektedir. İşgal altındaki Filistin topraklarında ve Kudüs’ün Hristiyan ve Müslüman bölgesinde geniş arazilerin kanunsuz alım satımının ortaya çıkarıldığı emlak skandalı da yine işin içinde ADL’nin varlığını göstermiştir. ADL, Amerika içinde FBI kanallı muhtelif operasyonlarla ilişkisini sürdürmektedir. FBI ise kongre tarafından suçlandığı zaman suçu daima ADL’nin üzerine atıvermektedir…

ADL’nin bilinen cinayetleri şunlardır: 15 Ağustos 1985’te Kafkasyalı Müslüman lider Tscherim Sobzocov, evinin önünde bombalı saldırı sonucu katledilmiştir. Musevi iken Hak din olan İslam’a dönüş yapan Prof. İsmail Raci Faruki ve eşi 1985’in Ramazan’ında sabaha karşı evlerinde bıçaklanarak öldürülmüşlerdir. Gandhi ve Palme suikastlarının arkasında da ADL’yi görmekteyiz… ADL, tam mesai ile çalışan gizli istihbarat memurlarının bir kısmını, Amerikan Hükümeti Adalet Bakanlığı’na bağlı Özel Soruşturmalar Ofisi’nde (OSI), bir kısmını da İsrail otoriteleriyle Tel Aviv’de görevlendirmiştir… İsrail Devleti kurulduğundan beri ADL, İsrail Gizli Servisi MOSSAD ile hususi ilişkilerini devam ettirmiştir, İsrail mafyasıyla da yakın bağlantılar içindedir. ADL Sharon grubu ihtilaflı bölgelerde satın aldıkları evlerde militan Yahudileri yetiştirmektedir.

10 Mart 1998’de aynı Zaman Gazetesi Fetullah Gülen’in kitaplarının ADL tarafından bastırılmasını ise şöyle haberleştiriyordu:

3 gündür Türkiye’de bulunan Yahudi Liderler Heyeti, Başbakan Yılmaz, Orgeneral Çevik Bir, TBMM Başkanı Çetin ve Dışişleri Bakanı Cem’den sonra Fetullah Gülen ile görüştü. 55 Yahudi örgütünü temsilen Türkiye’de bulunan 59 kişilik (AYÖBK) Amerikan Yahudi Örgütleri Başkanları Konferansı Heyeti, Fetullah Gülen’in Türkiye’deki ve yurtdışındaki çabalarını önümüzdeki yüzyılın barış asrı olması açısından önemsediklerini ve söz konusu projeye büyük ilgi duyduklarını belirtmişlerdir. Görüşmede; Gülen’in, ABD’nin en etkili Yahudi Lobisi olan ADL’nin (Anti-Defamation League) teklifiyle hazırladığı hoşgörü ve diyalogla ilgili kitabı da gündeme gelmiştir. Gülen, İngilizce olarak hazırlanan kitap üzerindeki çalışmalarının tamamlanmak üzere olduğunu, bittiğinde insanların hizmetine sunacağını söylemiştir. Kitabın, ADL tarafından basılarak dünyanın dört bir yanında dağıtılacağı belirtilmiştir.”

Şimdi Dış güçlerle şaibeli ilişkilerini hatırlattığımız için bize hakaret davası açanlardan şu sorunun yanıtını vermeleri bekleniyordu:

20 Kasım 1992 tarihli sayısında, ADL’nin çok kirli ve gizli işler çeviren ve cinayetler işleyen bir Siyonist Yahudi örgütü olduğunu yazan ZAMAN GAZETESİ, 10 Mart 1998’de ise aynı ADL örgütünün, Fetullah Gülen’i ziyaret edip sahip çıktıklarını ve kitaplarını İngilizce basıp dağıtacaklarını duyuruyordu! Acaba, Yahudi ADL örgütü mü, insafa ve İslam’a gelip tövbe ediyordu, yoksa Fetullah Gülen mi karanlık bir mecraya sürükleniyordu?

Fetullah Gülen’in Kur’an Ayetlerini tahrife kalkışması:

Amerikan The Atlantic dergisi, Fetullah Gülen’in Anti-Semitizm ve Yahudilerle ilgili görüşlerini yayınlamıştı. The Atlantic’in “Anti-Semitik” olup olmadığı şeklindeki sorusu üzerine Fetullah Gülen, “daha önce Kur’an ayetlerini yanlış anladığını” söyleyerek sonradan “Yahudilere dair bakışının değiştiğini” açıklamıştı. Tarih boyunca kâfirler, ayet ve hadislerin hem lafzını, hem manasını inkâr edip karşı çıkmışlardı. Münafıklar ise lafzına itiraz etmeyip anlamını saptırmaya çalışmıştı.

Fetullah Gülen aynen: Kemali samimiyetle itiraf etmek lazım ki (Yahudilerle ilgili) ayet ve hadisleri yanlış anlamış ve yaptığım izahlarda yanılmış, olabilirim. Şunu anladım ve daha sonra belirttim ki Kur’an’da veya sünnette yer alan (Yahudilere yönelik) eleştiri ve lanetlemeler belli bir inanca bağlı insanlara değil, herhangi bir insanda olacak karakteristiğe yapılıyor” ifadelerini kullanmıştı. Dergi İsrail Baş Hahamı Eliyahu Bakshi Doron’un 25 Şubat 1998 yılında İstanbul’da Fetullah Gülen’i ziyareti sırasında çekilmiş bir fotoğrafı da arşivden bulup yayınlamıştı. Fotoğrafta Başhaham Doron, Fetullah Gülen’e bir çini vazo hediye ederken görülüyordu.

Sn. Fetullah Gülen Amerikan The Atlantic dergisiyle yaptığı kendi sitelerinde ve gazetelerinde de yayınladığı röportajında; “Kur’an ayetlerinde ve hadisi şeriflerde Yahudilerle ilgili lanetler ve eleştiriler, her kavimden çıkabilecek bazı insanların bozuk karakterine yönelik uyarılardır, bunları bütün Yahudileri kapsayan tarif ve tehditler olduğunu sanmak yanlıştır, ben de 60 yıldır böyle düşünüp yanıldığımı yeni anlamışımdır” anlamında beyanlarda bulunarak, hâşâ;

a- 1430 yıldır, yüz binlerce müçtehit ulemanın, müfessir ve muhaddis zatların Yahudi ve Hristiyanlarla ilgili ayet ve hadisleri yanlış anlayıp, haksız yorumlar yaptıklarını,

b- Böylece milyarlarca Müslüman’ı temelsiz ve gereksiz önyargılarla Yahudilere karşı kışkırttıklarını söylemeye ve Müslümanların duyarlılıklarını köreltmeye çalışır bir tavır takınmıştı.

Oysa Fetullah Gülen’in bilgi kaynağının en az %70’ni oluşturan Bediüzzaman Hz. leri:

Maide: 62, Maide: 5, İsra: 17, Bakara: 60 ayetlerini delil gösterip, Yahudilerin faizli bankacılık yoluyla mazlum milletleri insafsızca sömürdüklerini ve içlerinde yaşadıkları ülkelerde sürekli fesat çıkarıp ihtilalleri körüklediklerini (Bak: 25. Söz. 2. Şua)

Yahudi gibi zeki ve dessas (hain ve hileci) münafıkların, İslam’a sızıp dejenere ettiklerini (15. Mektup, 2. Makam)

Fatiha’da “Gayril mağdubi-gadaba uğrayanlardan etme!” duasında bildirilen Yahudilerdir. (İşaretül icaz. Fatiha tefsirinde) dedikleri ve pek çok Yahudi cıfıtların, insan suretine girmiş şeytan gibi davrandıklarından, bunlardan sakınmak gerektiğini söylediği halde, Fetullah Gülen’in kalkıp Siyonist fitnesini ve tehlikesini yok göstermeye, BM ve NATO gibi Yahudi güdümlü oluşumları ve kapitalist sömürü çarklarını kurtuluş ümidi ve can simidi gibi takdim etmeye yönelmesi, acaba itikadi bir sapkınlık mıydı, yoksa o malum ve mel’un odakların cereyanına mı kapılmıştı? diye kuşkulanmamız ve halkımızı uyarmamız gerekiyordu.

Cemaatin Gazeteci ve Yazarlar Vakfı Bildirgesindeki “Yargıya Sızma İtirafları!

2. iddia: “Gezi Eylemcilerini, Hizmet’e yakın savcı ve hâkimler tutuklamayıp salıvermiştir.”

“Bütün savcı ve hâkimler kamu görevlisi olup HSYK’nın yetkilendirme ve denetimine tabidir. Şayet yapılan görevin ifası konusunda yanlışlıklar varsa, sorumluluk Adalet Bakanlığı ve HSYK’ya aittir” sözleri bunların kaypak ve istismarcı tavrını ortaya koymaktadır. Çünkü etki altına aldıkları bürokrat ve yargıçların hukuk dışı tasarruflarının kârını Cemaat, şayet ortaya çıkarsa zararını Hükümet çekmiş olacaktır.

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın:

“Kaldı ki, son dönemde medyada sıklıkla yer alan bazı haber ve yazılar sayesinde Hizmet’e yakın olduğu iddia edilen yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği de kamuoyunun bilgisi dâhilindedir. Ergenekon davalarını gayrimeşru hale getirmek için yakın geçmişte vesayetçi çevrelerin dillerine doladığı ‘Cemaatçi yargı’ ithamının, şimdi (Erdoğan’a yakın A.A) başka çevreler tarafından gündeme getirilmesi ve bunların bir tepki görmemesi de son derece düşündürücüdür.” sözleri ise, itiraz görünümlü bir itiraftır ve Cemaat suçüstü yakalanmıştır.

a) “Hizmete yakın Yargı mensuplarının zaten tasfiye edildiği kamuoyunun bilgisi dâhilindedir” ifadeleri, Cemaate yakın ve yatkın yargı mensuplarının…. Cemaatle irtibatlı olan Hâkim ve savcıların varlığını itiraf ve ikrardır.

b) Demek ki Cemaat ile Hükümet kavgası da yaşanmakta ki, yukarıdaki itiraflara göre, hükümet Cemaatçi yargı mensuplarını tasfiye edip etkisiz bırakmıştır.

c) Bu kesin ve net beyanlar “Şecaat arz ederken sirkatini söylemek – yani kahramanlık taslarken hırsızlığını deşifre etmek” cinsinden bir açıklamadır ve tabi “Cemaatçi Yargı mensuplarının” varlığının kuru bir iddia ve iftira değil gerçek olduğunun ifşası ve ispatıdır.

d) Bu noktada, asıl sorun ve Türkiye için acil durum; Bir savcı ve hâkimin hukuka, kanunlara ve vicdanına göre değil de, herhangi bir cemaate, tarikata, partiye veya imtiyazlı kesime yakın olması, dolayısıyla bunlara karşı olanlara da peşinen önyargılı bulunması; hukuken yasak, vicdanen sakat ve ahlaken zaaftır ki, bu ülkemizdeki adalet sisteminin iflası anlamındadır ve baş suçlusu da Cemaattir. Ve acaba Cemaatin, kendilerini himayesine alan ve Fetullah Gülen’ce sığınılan ABD derin devleti sayılan (Yahudi Lobileri) ve küresel fitne merkezleri sayesinde palazlanıp şımardığı” yolundaki tartışmalar böylece haklılık mı kazanmaktadır?

Şimdi ilgililerin ve yetkililerin şunları sorması ve soruşturma açması gerekiyordu:

• Hani yargıda, emniyet teşkilatında ve diğer devlet kurumlarındaki Cemaat yapılanması iftiraydı?

• Hani bu yapılanma nedeniyle, iktidarın kendi yetki alanının daraltılmasına karşı çıkması ve Fetullahçıları tasfiye çabası yalandı?

• Hani Cemaat, iktidarın yetki sınırlarına karışmaz ve tasarruflarından gocunmazdı?

• Hani Cemaatin siyasi hedefleri ve ABD adına sisteme müdahil olma gayretleri olamazdı ve bunlar kasıtlı ve asılsız iddialardı?

Fetullah Gülen’in Işık evlerinde gençlere yaptığı konuşmanın kasetinden:

“Adliye’de, Mülkiye’de veya bir başka hayati müessesede bizim arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mevcudiyetler şeklinde ele alınıp değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde garantimizdir. Bir ölçüde onlar bizim varlığımızın teminatıdır.” (Amerika’daki İmam / Sh. 368 / Togan Yay. 4. Baskı Kasım 2009)

“… Belki bizim aczimiz ve eksimiz burada; icabında mahkemenin altını üstüne getireceksin, avucuna alacaksın!.. Arkadaşlara diyorum ki, gerekirse bin döktüreceksin belki geriye biri dönecek. Bir milyar lira vereceksiniz, 10 milyon tazminat davaları alacaksınız. Önemli olan mahkûm ettirmektir. Yani, Avukat da kiralayacaksınız, Hâkim de kiralayacaksınız…” (Age / Sh. 372)

Eğer bütün bunlar gerçekleşmiş ve Türkiye Gazeteci ve Yazarlar Vakfının itirafıyla “Yargı Mensuplarının bir kısmı cemaate (hizmete) yakın ve yatkın hale gelmişse” bizim milli vicdanı uyarmaktan ve bu gerçekleri yazıp konuşmaktan başka çaremiz kalmamıştır.

Gülen, 26 Ocak 1995 tarihinde Hürriyet Gazetesi’ne verdiği bir beyanda, CIA Ortadoğu Masası Şefi ve Siyonist Yahudi Stratejist Graham Fuller ile görüştüğünü inkâr ediyordu.

Oysa Graham Fuller ise, Timaş Yayınlarından çıkan “Siyasal İslam’ın Geleceği” adlı kitabında, 1964 yılında Türkiye’ye geldiğini ve en yakın dostları arasında Fetullah Gülen’in de olduğunu özellikle vurguluyordu.

Bir zamanlar Cemaate yakınlığı ile tanınan ve Yeni Şafak gazetesinde yazan Ali Bayramoğlu daha sonra şu endişelerini paylaşıyordu:

“Fetullah Gülen’e yakın emniyetçilerin 2002-2003 yıllarındaki Sarıkız, Ayışığı gibi kendi varlıklarını da özellikle hedefleyecek askeri darbe girişimlerini saptadıkları, buna bağlı olarak cemaatin sosyolojik ve yarı-politik dokusundan çıkıp çok daha aktif bir örgütlenmeye gittiklerini, yani kendilerini agresyon içinde savunmaya yöneldiklerini görüyoruz. İşte cemaatteki bu yönelişle AKP’nin askerle karşı karşıya kalışının paralelliği, zaten tabii olan ama bu koşullarda çok daha pekişen bir iş birliğine yol açtı.

Her ne kadar mecburen ortaya çıkmış olsa da bu ittifakın başarılı olduğunu görüyoruz. Sonuçta askeri vesayet büyük ölçüde geriletildi, hatta tasfiye edildiğine inananlar da var…

Nitekim cemaat benim gözümde her zaman Türkiye’de İslami hareketin modernleşmesinin; İslam ile Batı, İslam ile teknolojinin bir tür sentezinin ve yeni Türk muhafazakârlığının köklerinin oluşmasının bir aracı oldu, hâlâ da böyle. Bugün sorun bu dokunun cemaat olma sınırlarını aşması, politik olarak aktif hale geçmesidir. Çünkü bir yerden sonra sosyolojik örüntü, doku gölgede kaldı ve politik yön ön plana çıktı.

Elbette tehlikeli. Kontrol dışı bir doku oluşuyor. Güçlü olduğunuz emniyet, adliye ve mülki amirliklerdeki kişi profiliyle oralarda üretilen politika, sıkça cemaatin istediği ve söylediğinin ötesine geçecek araçlar üretebilir. Bir polis sadece cemaat mensubu değil, bakışıyla da bir polistir. Şunun farkına varmalı cemaat: güçlenme, yayılma, kadrolaşma arayışı güvenlik birimleri ve stratejileriyle yapılıyorsa, kendisini kontrol eden, uygulamalarla tanımlayan doku olmaya başlıyor. Dahası cemaatin siyasi alandaki genel görüşleri asayiş mantığına endeksleniyor. Yani polisiye düşünmeye teslim oluyor. Ve cemaat son dönemlerde olduğu gibi ülkede ciddi bir otoriterleşme kaynağı olmaya başlıyor. Bu, Gülen’i seven pek çok insanı tedirgin edecek bir durumdur.

O mücadeleyi sürdüren emniyet-yargı-siyasi iktidar bloğu, bunu yaparken (Fetullahçı Emniyet) kendi konumunu güçlendirmek ve kendi aralarındaki ilişkilerde pozisyon almaya yönelik bir strateji de izlemeye başladı. Üç yönü vardı bu stratejinin. Önce orduyu tuş aşamasına getirip öyle tuttuğu müddetçe güçlenen, KCK gibi operasyonlarla ve güvenlik diliyle daimi hale gelen bir güç ürüyordu.

İkincisi kendisine yönelik eleştirileri cezalandırmaya, yetkisini bu istikamette kullanmaya başladı. Bunların bir kısmı gazeteci, bir kısmı devlet memuruydu. Mesela Hanefi Avcı. Hiç kimseye kefil değilim ama bu olayda biliyorum ve hissediyorum ki Avcı gibilerin başına gelenler bu palazlanmayı (Fetullahçı yapılanmayı) görüp ona dikkat çekmelerinden, bunu yüksek sesle dile getirmelerinden kaynaklanıyor.

Üçüncüsü son MİT krizinde olduğu gibi (Cemaat) bu gücü devlet içinde kritik bölgelere yayılmak için araçsallaştırdı. Kürt politikası burada kritik bir rol oynadı, daha doğrusu büyük iç çakışmaya vesile oldu. Zira malum yapının gücü, Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakol olayları, KCK operasyonları üzerinden iş Kürt politikasını uygulamada tanımlamaya kadar uzandı. İşte o noktadan itibaren asıl sorun başladı. Kürt politikasında ve genel demokratikleşme konularında Başbakan’ın etrafında daha meşruiyetçi bir anlayış ve ekiple, bu KCK operasyonlarını sürdüren ve her operasyonla biraz daha protein alan ve siyasi olarak konumunu belirleyen cemaat merkezli grup arasında bir kopuş yaşanmaya başladı.

Burada şu çok önemli, daha önce söyledim, bu çerçevede, güvenlik politikaları, güvenlik gücü ve dili cemaatin mücadelesinde var oluş aracı haline dönmeye başladı ve ciddi bir şekilde otoriterleşmeye özdeş hale geldi. Örneğin hükümet çevresinden ne zaman demokratikleşmeye yönelik bir niyet beyan edilse bu tür adımların demokratikleşmeye değil, Ergenekonculara yarayacağı şeklinde bir algı yaratıldı. Özetle seçimlerden sonra güvenlik bürokrasisi içinde kimin nerde olduğu bir kavgaya yol açmaya başladı.” (Vatan – 23.02.2012)

Ali Bayramoğlu bu itiraflarıyla:

1- Fetullahçıların Emniyet ve yargıda önemli ölçüde ve etkin biçimde kadrolaştıklarını,

2- AKP iktidarına kafa tutacak hatta kapışacak güce ulaştıklarını,

3- Cemaatin eğitim-öğretim hizmetlerini, dini ve ahlaki gayretlerini çok aşıp, artık devleti ve düzeni şekillendirme gayesine odaklandıklarını açıkça ortaya koymuşlardı.

Şimdi sormak hakkımızdı:

Bütün bunları CIA’nın, yani Amerika’nın değil de, bir yabancı dil bilmeyen, ciddi ve yeterli bir eğitim bile görmeyen Fetullah Gülen’in kotardığına inanmak aşırılık derecesindeki bir saflık mıydı, yoksa “bağımlı yazar” olma mecburiyetiyle gerçekleri saklama ve saptırma hesaplı mıydı? Devamını okumak için tıklayınız.


[1] (http://tr.wikisource.org/wiki/Fethullah_G%C3%BClen%27in_II._John_ Paul%27a_mektubu) Kaynak: Mesut Erişen, Mustafa Ermek – Roma / VATIKAN (Zaman)

[2] Hasan Cemal / 23 07 2013

[3] Zaman / 22 07 2013

[4] Aydınlık / Rafet Ballı

[5] Abdurrahman Dilipak / 18 07 2013

[6] M. Seyfettin Erol – Milli Gazete – 27 Temmuz 2013

[7] 25 Temmuz 2013 – Gizli Maddeler

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.