Erbakan Hocamızın İzmit Konferansı (2010): “İSLAMSIZ SAADET MÜMKÜN DEĞİLDİR”

849
Paylaş:

29 Mayıs 2018

Euzübillahi-mineşŞeytanir-Racim Bismillah’ir-Rahman’ir-Rahim. Elhamdülillahi Rabbil Alemin. Vesselatü Vesselamü Ala Seyyidina Muhammedin Ve Ala Alihi Ve Sahbihi Ecmain.

Esselamü Aleyküm. Hepinizi, Türkiye’nin ve insanlığın kurtarıcıları olarak, Milli Görüşçü kardeşlerim olarak, gençliğin temsilcileri olarak, milletimizin temsilcileri olarak alnınızdan öpüyorum, bağrıma basıyorum ve mübarek Ramazan’larınızı tebrik ediyorum. Allah hepinizden razı olsun. Sözlerime başlarken, her şeyden evvel, Rabbime sonsuz şükürler ediyorum. Bu mübarek Ramazan ayına bizleri kavuşturdu. İnançlı kardeşlerimizle, Türkiye’mizin kalbi Kocaeli’nde bir araya getirdi. Bu güzel Ramazan gecesinde bu kucaklaşmayı nasip buyuruyor, sonsuz şükürler ederiz, Elhamdülillah. Ramazan ayı on bir ayın sultanı. Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu kurtuluş. Bu ayda, Kur’an-ı Azimüşşan gönderildi. Dolayısıyla, bütün insanlığın kıyamete kadar saadetinin yolunu göstermek üzere Rabbimiz, en büyük nimetini bu ayda bahşetti. O itibarla bu ay, hiçbir ayla mukayese edilemez. Onun için teravih namazları kılıyoruz, Kur’an-ı Kerim’i mümkünse baştan sona kadar anlayarak okuyabilmek için gayret ediyoruz. Çünkü, Kur’an-ı Kerim insanlığın saadeti için gönderilmiştir. İslam dini iyilik dinidir. Bu itibarladır ki bütün insanların saadetini temin etmek üzere, fakir fukaranın haliyle hâllenmek üzere oruç tutuyoruz, aç ve muhtaçların hallerini yaşıyoruz, onları düşünmek, onlara yardımcı olmak için vazifemizi hatırlıyoruz. Bu mübarek ayın sayılmayacak kadar çok faziletleri mevcuttur. Cenab-ı Allah bu mübarek ayın ecrini, bereketini üzerimizde daim kılsın. Böyle mübarek bir ayda, Anadolu Gençlik Derneği’nin toplantısında bulunuyoruz. Anadolu Gençlik Derneği, Türkiye’mizin en kıymetli varlığıdır. Sebep şudur: Çünkü, şu sözümüz kulağınıza birçok defa gelmiştir: “Bir milletin gücü-kuvveti, ne tankıdır, ne parasıdır. Ya? Milli ve manevi değerlerine bağlı evlatlarıdır!” Bunun ispatı bizim tarihimizdir. Biz tarihimizi, Alpaslan’larla, Sultan Fatih’lerle, Seyit Çavuş’larla, Sütçü İmamlarla yazdık; imanla yazdık, imanla! O sebepten dolayıdır ki, vatanını milletini seven herkesin gençliğimizin milli ve manevi değerlere bağlı olarak yetişmesine en büyük önemi vermek mecburiyeti vardır. 75 milyonluk Türkiye’mizde, 40 milyon gencimize milli ve manevi değeri kim öğretecek? Maalesef, öyle bir kuruluş, resmi kuruluşlar arasında mevcut değil. Onlar, klasik tedrisatlar içerisinde Batı etkisiyle vazife yapıyorlar. Ama bizim asıl ruhumuz, özümüz, kimliğimizi milletimize öğretmek için, milli ve manevi değerlerimize sahip bir gençlik yetiştirmek için çalışmak zorundayız.

Yaratılış Amacımız ve Sorumluluklarımız

Bu Ramazan sohbetinde, önce söze şuradan başlamak istiyorum: “Biz neyiz? Kimiz? Ne yapıyoruz? Niçin toplandık? Bu çalışmalarımızı niçin yapıyoruz? Nasıl yapmalıyız?” Bir daha sayıyorum: “Biz neyiz? Kimiz? Ne yapıyoruz? Niçin yapıyoruz? Nasıl yapmalıyız?” Bu beş tane sorunun çok kısa cevabını ortaya koymak suretiyle sözlerime başlamak istiyorum. Kendimizin ne olduğunu tanımak istiyorsak, başımızı şu pencereden dışarı çıkarıp gökyüzüne bakmamız kâfidir. Bu gökyüzüne baktığımız zaman ne görüyoruz? Sonsuz bir gökyüzü. Hala, yaratıldığından beri, ışığı dünyaya gelmemiş olan yıldızlar var. Işık bir saniyede 300.000 kilometre kat ediyor. Yani Kürreyi Arzın etrafını 7 buçuk defa dönüyor. Milyarlarca sene gitmiş, gitmiş bu gökyüzünün bir ucundan bir ucuna varamamış. Aman Ya Rabbi, bu ne azamet? Bu ne muazzam bir gökyüzü? Bu kadar mı? Hayır. Cenab-ı Hak, bunun gibi 7 tane gökyüzü yaratmış. 7 kat. Bu kadar mı? Hayır. Onların üzerine Arş’ı koymuş. Arifler buyuruyor ki: “Arş’ın önünde 7 kat gökyüzünün hepsi, Afrika’daki Büyük Sahra’ya düşmüş bir küçük yüzük kadar kalır.” Bir an için düşününüz. Bu ne azamettir Ya Rabbi? Bu kadar mı? Arş’ın da üzerine Kürsi’yi koymuş. Yine arifler buyuruyor ki: “Kürsü’nün önünde Arş’ın hepsi Büyük Sahra’ya düşmüş bir yüzük kadar kalır.” Bunları tasavvur etmemiz bile mümkün değildir. Şu gökyüzüne bir baktığımız zaman, bu gerçekleri görüyoruz. “E, gördük iyi güzel. Hadi şimdi yerimize oturalım, Fener-Galatasaray maçından bahsedelim.” Öyle yağma yok! Niçin? Biz insanız, Cenab-ı Allah bize akıl vermiş. Bu gökyüzü niçin yaratılmıştır? Bunun cevabını vermeden başımızı yastığa koyma hakkımız yok. Niye yaratılmış bu gökyüzü? Bunun cevabını biz küçük aklımızla bulamayız. Rabbimiz kendisi bildiriyor: “Ben, bütün bu kâinatı, bir gizli hazineydim, bilineyim diye yarattım” buyuruyor. Şurada yerin altında bir hazine olsa ama bilinmese; burada da bir hazine olsa ve kendisini bilecek birileri bulunsa ve bilinse bu hazine daha üstündür. Rabbimiz en üstün olduğuna göre, O’nun yüceliğinden dolayı böyle bir kâinat yaratması lazımdı. O sebepten dolayı bu kâinat yaratıldı. Rabbimizin yüceliğinin gereği olarak. O öyle olduğu için bu böyle oldu. Bu kâinat Rabbimizin yüceliğinin bir alâmetidir. Yine Rabbimiz buyuruyor ki: “Ben ins-ü cinni, Beni tanısınlar ve Bana ibadet etsinler diye yarattım!” Bu kâinatın içerisinde insanlar var, cansızlar var, nebatlar var, hayvanlar var. Bunların içerisinde insanları ve cinleri “Rabbimizi tanımak ve ibadet etmek için yarattım” diyor. “İyi ama Ya Rabbi, “Beni tanısınlar” buyuruyorsun ama Seni göremiyoruz? Nasıl tanıyacağız?” Peki niçin Rabbimizi göremiyoruz? Çünkü Rabbimizi görmeye dayanamayız da onun için. Musa Aleyhisselam: “Ya Rabbi, Seni göreyim” dedi, Cenab-ı Allah: “Önce takunyanı çıkart” dedi onu yavaş yavaş hazırlamak için. Çünkü birdenbire olursa füc’eten (aniden-birdenbire) ölecek. Sonra “Karşıki dağa bak” dedi. Kendisi değil, tecellisini orta yere koyunca Musa Aleyhisselam Kelime-i Şahadet getirdi, secdeye kapandı: “Aman Ya Rabbi, dayanamıyorum, talebimden vazgeçtim” dedi. Bu dünyadaki yapımız Rabbimizi görmeye tahammül etmeye yetmez, zayıfız zayıf. Ama inşaallah cennette yapımız değişecek ve Rabbimizi göreceğiz. Allah bunu hepimize nasip etsin, mübarek Ramazan gecesinde, Rabbimizden bunu niyaz ediyoruz, diliyoruz.

Çok aziz ve muhterem kardeşlerim. Peki, Rabbimizi görmediğimiz halde nasıl tanıyacağız? Evet, bu kâinattaki mahlûkatın içerisinde biz bir zerreyiz ama eşrefi mahlûkatız. Yani yaratılmışların hepsinden çok daha mükemmel bir varlığız. İnsanların mükemmel yaratık olmalarının 7 tane sebebi var. Çünkü insanlara 7 tane nimet bahşedilmiş. Hayvanlara, nebatlara, cansızlara verilmeyen 7 nimet. Birinci nimet; eserden müessire intikal kabiliyetidir. Yani, ben bir resmi görüyorum, ama ressamı görmemişim. Resim eserdir, ressam da müessirdir. O resme baktığım zaman, bu resmi yapan insan olgun bir insan mı? Çocuk mu? Sinirli mi? Huzurlu mu? Bunu bile sezerim. Niçin? İnsanım, bana eserden müessire intikal kabiliyeti verilmiş onun için. Niye böyle yapmış Rabbimiz? Önümüze bu kâinatı eser olarak koymuş. “Benim bu eserime bakın, Beni tanıyın. Size bu kabiliyeti onun için veriyorum!” buyurmuş. Bundan dolayıdır ki, bu kâinata baktığımız zaman Rabbimizi tanımamız lazım. Biz inancımız gereği Rabbimizi 99 muhterem ismiyle, Esmaül Hüsna ile tanırız. Demin söylediğim gibi, şuradan gökyüzüne baktığımız zaman sonsuz bir gökyüzü görüyoruz. Bu gökyüzü sonsuz olduğuna göre, bunu yaratan Rabbimiz de sonsuz büyüktür. Esmaül Hüsna’nın bir tanesi “El-Azim.”dir Ya Rabbi, Sen sonsuz büyüksün, çünkü eserin sonsuz büyük. Eserine bakıyorum, Senin hakkında bilgi sahibi oluyorum. Sen bu eseri hiç yoktan var ettin. Şu sonsuz kâinatı yoktan var eden kudret ve Zat olarak Sen her şeye kadirsin Ya Rabbi, “Kün” dersin, oluverir. Neden? E, bu kâinatı yarattığına göre elbette her şeyi kolaylıkla yaparsın. Her şeyi yapman mümkündür. “El-Kâdir” Esmaül Hüsna’dan diğer bir ismi şeriftir. Kâdir demek; her şeye kâdir olmak demektir. El-Kâdir, Rabbimiz onun için her şeye kâdirdir. Bu kâinata baktığımız zaman, Rabbimizin bu sıfatını görüyoruz. Bundan başka, şu sonsuz gökyüzünün içerisinde hiçbir kırık-çatlak var mı? “Sen de kardeşim şuraya bakma. Müteahhidin malzemesi yetmemiş, orayı da idare etmiş. Burada güzel yerler var, buraya bak” diyeceğimiz bir uyumsuzluk var mı? Hayır. Sonsuz bir kâinat, her taraf uyum, hak ölçüsü içerisinde, mükemmel, eksiksiz-noksansız olarak yaratılmış. Öyleyse “Ya Rabbi, Sen de mükemmelsin, Kemal sıfatıyla muttasıfsın, hiçbir eksiğin noksanın yoktur. Subhanallah” demeye mecburuz gökyüzüne baktığımız zaman. Böylece Rabbimizin Esmaül Hüsna’sını hatırlamak, görmek, idrak etmek imkânına sahip oluyoruz, eserden müessire intikal kabiliyeti sayesinde. Bizim gibi basit insanlar, gökyüzüne baktıkları zaman 99 Esmaül Hüsna’dan 3 tane, 4 tane, 5 tanesini görür idrak ederler. Arif olan insanlar ise, 99 Esmaül Hüsna’nın hepsini görürler. Onun için Cenab-ı Allah, kendisini görmeye dayanamadığımız için, eserini önümüze koymuş. “Buna bakın, bunun vasıtasıyla Beni tanıyın. Çünkü Beni görmeye dayanamazsınız.” Bundan dolayı bize, eserden müessire intikal kabiliyeti diye bir kabiliyet vermiş, bir.

İkincisi; bizi nebatlardan, hayvanlardan üstün yaratmış, 4 tane kabiliyet vermek suretiyle farklı ve faziletli kılmış. 1- Biz insanız, doğruyla yanlışı ayırabiliriz, hayvanlar doğruyla yanlışı ayıramazlar. Onun için bizim ilmimiz vardır, hayvanların ilmi olmaz. “Bak, şu geçen kediyi görüyor musun? Çok büyük âlimdir ha!” diyen çıkmaz. Neden? Hayvanların ilmi olmaz ki âlim olsun. 2- Biz, güzelle çirkini, iyiyle kötüyü ayırıyoruz. Havyanlar bunu ayıramaz. Nerden biliyoruz? Mesela parkta gezerken önümüze bir kedi çıktı, “Acaba ne yapacak” diye merak ettik. Şu karşıki köşeye kadar gitti, geri döndü, aradaki güzel güle baktı “Ne güzelmiş” dedi sonra yoluna devam etti.” Böyle bir olay yaşıyor muyuz? Yaşamıyoruz. Neden? Kedi parkta dolaşır ama güzellikleri ayıramaz. Güzelliklerle çirkinlikleri ayırma kabiliyeti insanoğluna verilmiş, hayvanlara verilmemiş. Bu sebepten dolayı insanoğlunun dini vardır, ahlakı vardır. Hayvanların dini ve ahlakı olmaz. “Şu kediyi görüyor musun? Çok dindardır. Bu gece de sabaha kadar namaz kılıp zikir yapmıştır” diyene rastlanmaz. Kedinin dini olmaz çünkü kedi güzelle çirkini, iyiyle kötüyü ayıramaz. Bunu ayıramayan bir mahlûkun da dini ve ahlakı olamaz. 3- Nebat ve hayvanlardan üstün olmamız için bize, faydalıyla zararlıyı ayırma kabiliyeti verilmiştir. Hayvanlar, faydalıyla zararlıyı ayıramazlar. Siz kedilerin hiçbir ormanın, bir parkın kenarında kendilerine bir mama fabrikası kurduğunu gördünüz mü? Niye kuramıyor? “Ne yaparsam benim için daha faydalı olur?” bilemiyor ki. Faydalıyla zararlıyı ayıramıyor. Faydalıyla zararlıyı ayıramayan mahlûkun, ekonomisi olmaz. Bu nimet, bize bahşedilmiştir. Onun için insanların ekonomisi vardır. 4- İnsanlar zulüm ve adaleti ayırırlar, hayvanlar zulüm ve adaleti ayıramazlar. Onun için insanların hukuku ve siyaseti vardır, hayvanların hukuku ve siyaseti olamaz. Buraya kadar anlattıklarımızı özetlersek: Eserden müessire intikal kabiliyeti, bir. Doğruyla yanlışı ayırma kabiliyeti, iki. Güzelle çirkini ayırma kabiliyeti, üç. Faydalıyla zararlıyı ayırma kabiliyeti, dört. Zulümle adaleti ayırma kabiliyeti, beş. Bundan başka, bize, bir başka nimet daha verilmiş, insan olmamız hasebiyle. Böylece de, meleklerden de üstün olmuşuz. Nedir bu kabiliyet? İrade-i Cüz’iye! Melekler robot gibidir; Cenab-ı Allah ne emrederse onu yaparlar. Hâlbuki insanoğluna gelince, “Bak kulum, Ben sana doğruyla yanlışı ayırma kabiliyeti verdim. Şu hayır, şu şer, ayırabiliyorsun değil mi? Şimdi seni serbest bırakıyorum. İstersen hayra hizmet et iyi insan ol, benim rızamı kazan, mükâfatını gör. İstersen şerre hizmet et, cezanı çek” denilmiş. Neden böyle yapmış Cenab-ı Allah? İnsanları şereflendirmek için. “Kulum, kendi iradesiyle hayrı seçti. Onun için sevap almaya, mükâfat almaya layık oldu” denilebilsin diye biz serbest bırakılmışız, irade-i cüz’iye ile donatılmışız. Şimdi ben sizinle konuşurken, şu karşı kapıdan içeriye Arçelik’in küçük robotunun yerine uzun boylu ve yakışıklısı, içindeki makineleri çalıştırarak takır takır takır yürüyüp şuraya gelse. Benim önüme bir bardak kahve koysa: “Efendim, ben sizin hizmetkârınızım, dışarıda oturuyorum. Şu zile bastığınız zaman koşar gelirim. Kahvenizi getirdim, afiyet olsun” dese, karnındaki teyp ile konuşuverse; ve terbiyesinden dolayı da geri geri yürüyerek çıkıp gitse.. Ben de bunu görsem. Bir robot gelmiş, takır takır, bunları koyuyor, terbiyesiyle geriye çıkıp gidiyor! Ne yaparım? Çok af edersiniz, derim ki: “Ulan, vay canına be. Şu Japonları görüyor musun yav? Adamlar amma robot yapmışlar!” Dikkat buyurun, ben robotu methetmiyorum. Ya? Japon’u, yani onu yapanı methediyorum. Bundan dolayı, robot olmak değil, irade-i cüz’iye sahibi olup hayrı seçmektedir marifet. İşte bu marifet insanlara bahşedilmiş. Böylece eşrefi mahlûkat olmuşuz. Nimetler bunlarla bitmiş mi? Hayır, bitmemiş. Asıl en büyük nimet olarak, yedinci bir nimet olarak Cenab-ı Hak bize İslam’ı göndermiş. “Bak kulum, Ben sana bu kabiliyetleri verdim ama sen sadece bu kabiliyetlerle ve kendi aklın sayesinde saadet yolunu kendin bulamazsın. Ben ise yaptığımı eksik bırakmam. Şimdi sana ayrıca saadet yolunu gösteriyorum.” demiş ve İslam nimetini göndermiştir, insanlara yedinci nimet olarak. 7 tane büyük nimet dolayısıyla, biz bu kâinattaki bütün mahlûkların içerisinde eşrefi mahlûkat, bunların en şereflisi, en mükemmeli olmuşuz. “E, iyi güzel, Rabbimize teşekkür ederiz. Bu nimetleri bize vermiş, memnun olduk… Hadi gel Fener-Galatasaray maçını konuşalım” diyemeyiz. Neden? Bana bak, bu nimetler için sen bir ücret ödedin mi? Hayır. Bu nimetler sana emaneten verildi. Sen bu nimetlere teşekkür borçlu değil misin? E, nasıl teşekkür edeceğiz Rabbimize? Onu biz bilemeyiz. Nasıl teşekkür edeceğimizi Kendisi, Kendi kitabında bildirmiş. “Şunları şunları yapacaksınız!” demiş, onları yaptığımız zaman Rabbimize teşekkür etmiş oluruz. En fazla bildirmiş olduğu: “İnsanların saadeti için çalışın” diyor. En fazla verdiği emir, teşekkür için: “Siz de başkalarının iyiliği için çalışın. Ben size bu iyilikleri yaptım, siz de başkalarının iyiliği için çalışın” buyuruyor. Biraz evvel bir film gösterildi, Afrika’daki aç insanlar. Biz Müslümanız, Afrika’daki insanın aç kalması dahi bizim yüreğimizi sızlatır, bizi mes’ul tutar; biz kendimizi bundan mes’ul sayarız. İşte Müslümanlık demek bu demektir. Müslümanlık iyiliktir ve bütün insanların saadetini istemektir. Bu da lafla olmaz, çalışmakla olur. Ben bunları niye konuşuyorum Allah aşkına? Bak, şu suallerin cevaplarını vermek için. Biz burada toplandık, biz neyiz? Yüceliğinden dolayı, yaratması lazım geldiği için yarattığı bu kâinat içerisindeki mahlukattan bir zerreyiz, bir hiçiz. Peki kimiz? Ama eşref-i mahlukatız. Bize verilen nimetler dolayısıyla mahlukların en şereflisiyiz. Peki, niye toplandık? Bir araya geldik, ne yapıyoruz biz? Rabbimizin verdiği bu nimetlere şükrediyoruz. Cenab-ı Hak bizi, toprağın içerisindeki bir yılan olarak da yaratabilirdi, bir solucan olarak da yaratabilirdi. Öyle yaratmamış, en şerefli mahluk olarak yaratmış. Elbette Rabbimize şükredeceğiz. Nasıl şükredeceğiz? Bir araya geleceğiz, el birliğiyle bütün insanlığın saadeti için çalışacağız! İşte, biz bu vazifeyi yapmak için, bir araya gelip çalışan insanlarız Elhamdülillah. Bizim diğer kuruluşlardan temeldeki farkımız budur. Onlar, milletvekili olmak için, ihale almak için, işini kotarmak için çalışırlar; biz Allah’ın rızasını kazanmak için çalışırız!

Hak Davamız ve Cihat Anlayışımız

Bir kere daha tekrar ediyorum: Neyiz biz? Yüceliğinden dolayı bu kâinatı yaratması lazım geldiği için, Rabbimizin yarattığı kâinattaki mahlukattan bir zerreyiz. Ama nasıl bir zerreyiz? Eşref-i mahlukatız! Bir araya geldik, ne yapıyoruz? Rabbimize şükrediyoruz verdiği nimetlerden dolayı, kulluk vazifemizi yapıyoruz. Niçin yapıyoruz? Çünkü bu nimetlere şükür borcumuz var da onun için. Avans almış müteahhit konumundayız, avansın taahhüdünü yerine getirmeye mecburuz! Ondan dolayı bu çalışmaları yapmak mecburiyetindeyiz. Niçin çalışıyoruz biz? Allah’ın bütün kulları saadet bulsun, yeryüzünde Hakkın, adaletin hâkim olduğu bir düzen kurulsun, Allah’ın rızasını kazanalım ve mükâfatına nail olalım! Allah rızası için çalışıyoruz. İşte, Milli Görüş demek bu demek, bu inançla çalışmak demek, bu inançla bir araya gelmek demek. Ve illa, çalışıyoruz ama nasıl çalışacağız? Bu yaptığımız çalışmanın kıymeti nedir? Bu mübarek Ramazan gecesinde bir sohbet ediyoruz. Bundan dolayıdır ki bütün insanlığın saadeti için çalışmanın ne kadar kıymetli bir şey olduğunu size, İmam Mevdudi Hazretlerinin naklettiği bir Hadis-i Şerifle belirtmek istiyorum. İmam Mevdudi Hazretleri, Pakistan’daki Cemaati İslami hareketinin kurucusudur. 4 ciltlik cihat kitabı vardır. Bu cihat kitabının birinci cildinde şunu anlatıyor: Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam, bir bölgeyi ziyaret edip şereflendirdiler. Halk sokaklara döküldü, iğne atsan yere düşmüyor. Kalabalıklar koşuyor; Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın elini öpüp şefaatine nail olmak için. Bu kalabalıklar arasında bir de bir âlimler grubu vardı. Bu âlimler grubu, ziyarete giderken kendi aralarında konuşuyorlar, diyorlar ki: “Rastgele bir yere gitmiyoruz. Allah’ın Sevgilisi’nin huzuruna gidiyoruz. Biz, ilimle meşgul olan insanlarız. Bilmediğimiz pek çok şey var. Asıl bu fırsatı bulmuşken bilmediğimiz ne varsa soralım, öğrenelim. Ama fazla sual sorup rahatsız etmeyelim. O zaman da günaha gireriz. Bir tek sual soralım. Ne soralım? (İmam Mevdudi Hazretlerinin kitabından naklediyorum, Hadis-i Şerif olarak) Şunu soralım. Ya Resulullah Siz: “Namaz dinin direği, cihat da zirvesidir!” buyuruyorsunuz. “Bütün insanlığın saadeti için çalışmak dinin zirvesidir!” buyuruyorsunuz. Acaba bunun gibi dinimizde başka kıymetli hangi ibadetler var? Bunları da bize söyler misiniz? Bunu öğrenelim kâfi” diyorlar. Gidiyorlar, elini eteğini öpüyorlar, duasını alıyorlar. Ayrılırken alimlerin başkanı geri dönüyor: “Ya Resulullah Siz Hak Peygambersiniz. Bölgemize şeref verdiniz. Bizi kabul buyurdunuz, elinizi öptük, inşaallah şefaatinize nail olacağız. Bundan büyük nimet mi olur? Bize en büyük nimeti bahşettiniz. Allah Sizden razı olsun. Bir insan bir kimseden bu kadar büyük nimet alırsa artık buna ilaveten bir şey istemeye yüzü olmaz. Bunu biz biliyoruz ama Siz büyüksünüz biz küçüğüz. Yoldan geldiğimiz için, birbirimize söz verdiğimizden dolayı müsaade buyurur musunuz? Bütün bu nimetlere ilaveten Size bir sual soralım? “Buyurun” dedi Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam. Dediler ki, Siz: “Namaz dinin direği, cihat da zirvesidir!” buyuruyorsunuz. Acaba Cihat ibadeti gibi kıymetli daha başka hangi ibadet vardır?” Bunun üzerine Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam, bu suale bir başka sualle cevap verdiler. Dediler ki: “Siz bir kul olarak her gün sabahtan akşama kadar nafile namaz kılmaya ve oruçlu olmaya, akşamdan sabaha kadar da sürekli teheccüt namazı kılmaya ömrünüz boyunca kesintisiz olarak muktedir misiniz?” Bu sual üzerine Ashabı Kiram bir an durdu düşündü: “Ya Resulullah, bunu yapamayız. Dişimizi sıksak uğraşsak, bir saat iki saat ancak dayanırız” dediler. Bunun üzerine Efendimiz (SAV): “Eğer bunu yapabilseydiniz, işte bu ibadet ancak cihat ibadeti kadar kıymetli olurdu!” Şimdi siz bu akşam bu iftara cihat niyetiyle; bütün insanlığın saadetine hizmet için koştunuz geldiniz. Şu gelişiniz var ya, ömür boyu namaz kılıp oruç tutmak gibi size sevap kazandırıyor. Hele böyle mübarek Ramazan ayında. Deminki filmde gördüğümüz aç insanları kurtarmak, zulümleri ortadan kaldırmak ve bütün insanların insanca yaşamasını sağlamak için çalışmak ve iyi insan olmak için çırpınıyorsunuz. Böylece en kıymetli bir ibadet işliyorsunuz. İşte şimdi Cenab-ı Allah’a sonsuz şükürler ediyoruz ki bu şuuru bize vermiş ve bunu yapmak için elimizden gelen gayreti gösteriyoruz. Ve de çok şükür, Rabbimizin lütfuyla içimizde pek çoğumuz tam 40 senedir bu inançla çalışıyor. Allah hepimize bu söylenen ecirleri, bu en büyük sevapları nasip buyursun inşaallah. Şimdi bu çalışma, bu kadar kıymetli bir çalışma ama, bu çalışmanın kaideleri var, kuralları var. Ben şimdi şurada, kulağımın üzerine yatıp kalksam gelsem, “Ne yaptınız Hocam orada?” deseniz. “Namaz kıldım” desem bana ne dersiniz? “Hocam, hiç kulağınızın üzerine yatarak namaz kılınır mı? (Haşa) Sen deli misin?” Desem ki: “Niye kılınmasın yav? Namazı, Rabbimizi tazim için kılmıyor muyuz?” Sen rüku, secde, kıraat okuyarak tazim ediyorsun, ben de kulağımın üzerine yatarak tazim ediyorum. Gaye tazim olduğuna göre şeklin ne kıymeti var. Sana ne, ben de böyle yapıyorum” desem ne diyeceğiz bu kimseye? “Bana bak arkadaş, sen bunu ne için yapıyorsun. Cenab-ı Allah’ın rızası için. Bak, Cenab-ı Allah namaz kılmayı bize emretmiş ama o namazı nasıl kılacağımızı da ayrıca bir, bir, bir şartlarıyla bildirmiş.” Bundan dolayı, biz insanlığın saadeti için çalışmaya mecburuz ama bu çalışmayı nasıl yapacağımızı da bilmek mecburiyetindeyiz. Bu çalışmayı, bu söylediğimiz şekilde insanlara faydalı olmak için yapabilmek için 10 tane şarta riayet edeceğiz:

Çalışma Esaslarımız:

1- Bu çalışmayı tek başına yapamayız. Hep beraber, toplum olarak olur. Kendi kendine çalışma olmaz. Her türlü tefrika, ayrılık, bu çalışmayı sekteye uğratır, bundan dolayı men edilmiştir. Hep beraber olacağız, bir arada olacağız. Allah’ın ipine hep beraber sarılacağız ve böylece bütün insanlığın saadeti için yeryüzünde hak ve adaleti tesis edeceğiz. Buna ittifak denir; bir araya geleceğiz. Topluma dâhil olacağız, kendi kendimize yapamayız.

2- Bu topluma katılırken ihlas sahibi olacağız, Allah rızası için katılacağız. Milletvekili olmak için değil, ihale almak için değil. Ya? “Bütün insanların hepsi saadet bulsun, yeryüzünde hak ve adalet hâkim olsun, ben bu iyiliği yapayım Allah’ın rızasını kazanayım” diye gelip bu topluluğa katılacağız.

3- İttika sahibi olacağız: Allah’tan korkacağız. Bu topluluğa katıldıktan sonra, Allah’tan korkan kimse gibi hareket edeceğiz. Ne demek bu? Dedikodu yapmayacağız, gıybet etmeyeceğiz, iftira atmayacağız. Güleryüz göstereceğiz, herkese iyilik yapacağız. Allah’tan korkan bir insan nasıl hareket ederse, bu toplumun içinde öyle hareket edeceğiz. İttika: Allah’tan korkmaktır.

4- İyi ahlak sahibi olacağız: Bu toplumun içerisinde iyi ahlak numunesi göstereceğiz. Edepli, terbiyeli olacağız, nazik olacağız. Yalan konuşmayacağız. Dürüst olacağız. İyi ahlakın bütün gereklerini yerine getireceğiz.

5- Vazifemizi dikkat ve itina ile yapacağız, bu ihsandır. İhsan demek ibadeti güzel yapmak demektir. Bütün herkes, bu toplumdaki görevini dikkat ve itina ile yapacak.

6- İşlerimizi istişare ile yapacağız. İstişarede bereket vardır. İstişare demek, vesayet demek değildir.

7- Emir ve kararlara itaatli davranacağız: İstişare yapıldı, başkanımız fikirlerimizi aldı, topladı. Değişik birçok fikirler çıktı. “Fikirlerin değişikliği rahmettir” buyuruyor Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam. Ama tefrika, ayrı ayrı ondan sonra hareket etmek yasaktır. O fikirler değişik olur, başkanımız onları dinler, kendisi Allah’tan korkan bir kimse olarak içtihat yapar, kararını verir. Yedinci şartımız o karara uymak, itaat etmektir.

8- Sadakatten ayrılmayacağız. Sadık olacağız. Sadakat, insanlar için çok mühim bir sıfattır. Es-Sadık, Cenab-ı Allah’ın Esmaül Hüsna’sındandır. O kadar mühim. Sadık, Efendimiz Aleyhisselatü Vesselam’ın mübarek isimlerinden biridir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Azimüşşan’da “Sadıklarla beraber olun” diyor. Bundan başka sadıkları, hicret edenlerle beraber sayıyor, o kadar büyük mertebede gösteriyor. Tarihe baktığımız zaman, sadakatin önemini daha iyi anlıyoruz; Viyana’nın kuşatılmasında, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa geldi, Viyana’nın önündeki dağın tepesine çıktı. Şöyle bir baktı, dedi ki: “Burası bir muhasara ile alınabilecek bir şehir.” Bir kalenin içinde bulunuyor, etrafında da Tuna Nehri akıyor. Bir tane de köprü var. Bu köprü açılırsa içerideki halk dışarı çıkabiliyor. “Öyleyse biz, insan öldürmeyi istemeyiz. Biz Müslümanız, muhasara edelim, erzakları bittikleri zaman teslim olsunlar. Kendilerine bir kötülük yapmadan onlara yapacağımız iyiliği yapalım.” Kararını aldı ve muhasarayı başlattı. Ancak bu muhasara esnasında bu köprünün açılmaması lazımdı, eğer açılırsa Viyanalılar dışarı çıkarlar, onlar Osmanlı’yı kuşatırlardı. Onun için köprünün başına çok kuvvetli bir muhafız koymak lazımdı. En muharip birliklerini oraya koydu ve onların başkanına da tembih etti: “Bak, bu köprüyü açarsan bütün dünya mahvolur. Sana bu kadar önemli bir görev veriyorum. Sakın Viyanalıların rüşvetine aldanmayacaksın!” tembihini yaptı. Buna rağmen, o komutan Viyanalıların rüşvetine aldandı, köprüyü bir gece indirip açtı. Viyanalılar dışarı çıktılar, Osmanlı bir uyandı, baktılar ki kendileri Viyana’yı kuşattım derken Viyanalılar kendilerini kuşatmışlardı. 2.Viyana Kuşatması böylece hedefine ulaşamadı. Ulaşamayınca ne oldu? Avrupa, dalaletten ve zulümden kurtulamadı. O günden bu güne kadar Avrupa’daki bütün insanlar cehenneme gidiyor, o insanın sadakatsizliği yüzünden. Rüşvet alıp köprüyü indirmesi yüzünden. Ne büyük bir bedbahtlık, Allah muhafaza buyursun. Sadakatsizlik, en büyük bedbahtlıktır. Buna mukabil, Napolyon, bütün Avrupa’yı fethetti, Moskova’yı aldı. Artık dünyaya hâkim olması için, Osmanlı kalmıştı. Osmanlı’yı da gelip yenmesi, işgal etmesi lazımdı. Mısır’a çıkartma yaptı. İstanbul’a yürümeye başladı dünyaya hâkim olmak için. Padişah halk meclisini topladı, bütün paşalara vezirlere sordu, dedi ki: “Ne yapacağız?” Dediler ki: “Efendim, iki şart lazım. 1) Napolyon’un ordusunu yenecek bir askeri dahi lazım. 2) Napolyon, bütün Avrupa’yı aldığı için çok zengin. Ondan rüşvet almayacak, Viyana’daki gibi yapmayacak sağlam karakterli bir insan lazım. Biz Napolyon’u yenecek dahi askeri biliyoruz, Cezzar Ahmet Paşa. Fakat rüşveti alıp almayacağı manevi bir şeydir, karışamayız. Ona siz karar vereceksiniz.” Padişah, Cezzar Ahmet Paşa’yı çağırdı: “Gel bakalım buraya. Bak, bütün insanlığın saadeti söz konusu. Seni, Napolyon’a karşı orduların kumandanı yapacağım. Ancak, rüşvet almayacaksın. Her türlü altın, pırlanta bütün zenginlikler Napolyon’un elinde. Sana pek çok şey vadedebilir. Bunlara aldanmayacağına söz verirsen seni kumandan tayin edeceğim!” dedi. Cezzar Ahmet Paşa dedi ki: “Padişahım, ben Müslümanım. Ben, emirime ihanet etmem. Ondan dolayı bana güvenebilirsiniz. Bu görevi layık görüyorsanız emir buyurun, ben bu görevi yapayım!” Padişah, buna itimat etti, görevi verdi. Gitti, Napolyon’u denize döktü. İnsanlığı bir zalimden kurtardı. Ve böylece, sadakatinden dolayı, Allah’a şükürler olsun işte İslam bu günlere geldi ve bütün insanlığa saadet getirecek inşaallah. Size tarihten iki tane misal veriyorum. Birisi sadakatsizlik yaptığı için bütün Avrupalılar cehenneme gidiyor, ne büyük bedbahtlık. Öbürü sadakat gösterdiği için bütün insanlığın kurtuluşuna vesile olmanın sevabını kazanıyor, ne büyük şeref. Sadakat, sadakat, sadakat. “Bütün insanlığın saadeti için çalışırken, 10 tane şarta dikkat edeceğiz” dedim. 8 tane şartı saydım. Hepsi de “i” harfiyle başlıyor. 7 tanesini saydım, 8’inciyi söyledim. Bir diğeri de:

9- İnfaktır. Yani, bu çalışmalara para vermeye mecburuz. Fitre vereceğiz, zekât vereceğiz, sadaka vereceğiz ve bütün insanlığın kurtuluşu için yapılan bu çalışmalara para vereceğiz. İyi insan olmanın şartlarından bir tanesi de budur. Buna infak denir, infak. Bir diğer şart da:

10- Bütün diğer görevlerimizi de beraberce teşkilat şuuru ve ekip huzuruyla yapacağız. Saadet için lüzumlu olan görevleri beraberce yapacağız. Onları da ihmal etmeyeceğiz. Bunları yaptığımız zaman bu yaptığımız iş en büyük ibadet olur ve ömür boyu namaz kılıp oruç tutmak gibi her bir seferde sevap kazanılır. Bunlar yapılmayıp da şayet içinden pazarlık yaparsan, “Efendim, ben şöyle bir plan kurayım, şunları temizleyeyim. Şu şekilde bir şekil vereyim. Bunu istediğim şekle sokayım” der de mutlak gerçeklerden ayrılacak olursan, o zaman o yaptığın iş cihat olmaz, ifsat olur. İfsat, ifsat. Binaenaleyh, bütün çalışmalarımızda bunlara dikkat etmek mecburiyetindeyiz. Çünkü bütün insanlığın kurtuluşu bizi bekliyor. Neden bütün insanlığın kurtuluşu bizi bekliyor? Çünkü kısaca, bu mübarek Ramazan gecesinde kucaklaşırken, bir ikinci bölüm olarak buna temas etmek istiyorum.

İslam’da ve Batı’da “Hak” Anlayışı

Niçin bütün insanlığın kurtuluşu bizi bekliyor? Napolyon dünyaya hâkim oldu, saadet getirebildi mi? Hayır. Hitler, bütün gücünü eline aldı. Saadet getirebildi mi? Hayır. Stalin getirebildi mi? Hayır. Getirebilir mi? Getiremez. Saadetin bir tek kaidesi vardır; o da bizim inancımızın ulvi prensipleridir. Bunlara bağlı olursanız saadeti bulursunuz, bağlı olmazsanız saadeti bulamazsınız. Bunları bilmeden saadet olmaz. Ondan dolayıdır ki asırlar boyu bizim ecdadımız saadet dünyasını kurmuşlardır. İnancıyla, inancının ulvi prensipleriyle bunu başarmışlardır. Bugün de yeryüzündeki zulüm karşısında yeniden bir saadet dünyasını kurma vazifesi, işte onların torunları olarak, aynı inanca sahip insanlar olarak, Milli Görüş’e bağlı insanlar olarak bizlere düşüyor. Bu, en büyük şereftir. Aynı zamanda da en büyük mes’uliyettir.

Nedir bizim inancımızın temel esaslarıyla diğer partilerin, diğer görüşlerin temel esasları arasındaki fark? Önce hak anlayışındadır. İki türlü hak anlayışı vardır. Bir tanesi, Peygamberlerin insanlara öğrettiği doğru hak anlayışıdır. Öbürü ise, Firavunların uyguladığı yanlış hak anlayışıdır. Doğru hak anlayışına göre hak, şu dört sebepten doğar:

1- İnsan olmak, hak sahibi olmak için …Devamını okumak için tıklayınız. (https://www.youtube.com/watch?v=VLnggENu1_o&feature=youtu.be)

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.