DOSTLARLA HASBİHAL VE UYARIDIR

935
Paylaş:

15 Şubat 2018

Biz “ğayb”e iman ettik (Bak: Bakara 3.ayet)Gayb” yok olan değildir, yok olana iman edilmez. “Gayb”; var olan, ama varlığı “serehaten” değil; alamet, işaret ve eserleriyle belli olan demektir. Cenab-ı Hak; Hakiki, Daimi, Ezeli ve Ebedi olan tek ve gerçek varlık olup, diğer her şey O’nun yaratması ile meydana geldiğinden fani, aciz ve eksiktir. “Mevcud-u Meçhul” olan, yani “künh”ü, hakikati ve zat-ı akdesi idrak ve ihate edilmeyecek kadar Büyük ve Batın ama muazzam ve muhteşem kainattaki tüm alametleri ve hikmetli tecellileri ile, tabiattaki canlı cansız tüm harika eserleri ile zahir olan Allah-u Teâlâ’nın dışında her şey “mahluk” ve herkes “kul” mertebesindedir. Cenab-ı Hak Zülcelal Hz.lerinin en yüksek tecellisi ve en örnek ve kamil elçisi ise, Peygamberimiz, Hz. Muhammed Aleyhisselam Efendimizdir. Gayrı kıyamete kadar her asırdaki mü’minler içerisindeki şahsiyetler; Hz. Peygamber Efendimizin ve Yüce Dinimizin; tabisi, takipçisi ve tatbikçisi olabildiği kadar kıymetlidir. Aziz Erbakan Hocamıza hürmet, muhabbet ve merbutiyetimizin temeli de, çağımızda Hak davanın şahsi manevisi ve Resulûllah’ın temsilci varisi olması sebebiyledir.

Yaz mevsiminde ve öğlen vaktinde Güneş’e bakmak gözleri kamaştırıverir, hatta bazen çıplak gözle Güneş görünmeyebilir. Bu Güneş’in “Kemal-i zuhurundan ve şiddet-i nurundan” ileri gelir. İşte zerrelerden kürrelere, hücrelerden galaksilere, çiçeklerden böceklere, canlı cansız her şeyde ve her yerde Cenab-ı Hak, harika eserleriyle ve milyarlarca tecelli ve tezahür örnekleriyle; varlığı ve üstün sıfatları o denli açık ve aşikârdır ki, bu “Kemal-i zuhurundan ve şiddet-i nurundan” gizlidir. Ancak asla unutulmasın ki, Allah’ı böyle milyonlarca delille ispatlamak ve varlığına inanmak, iman için yeterli değildir. O Allah’ın görülmeyen nurani hizmetçilerine ve emirlerine (meleklerine), hayat disiplini ve düzeni olarak gönderdiği kitaplarına ve hükümlerine, rehber ve örnek olarak seçtiği Nebilerine ve Elçilerine, Ahiret gününe ve hesaba çekilmeye, hayır ve şer her şeyin bizzat Allah’ın takdiri ile gerçekleştiğine ve bu kulluk imtihanını kazanmak için dünyaya geldiğimize ve bu şuur ve sorumlulukla davranmamız gerektiğine inanmayan ve görevini yapmayanlar Müslüman (teslim olan) değildir.

“Biz mü’minler olarak ancak ve yalnız Allah’a ibadet eder ve sadece O’ndan yardım dileriz.” (Bak: Fatiha 5. Ayet) Hakiki ve daimi mevcut sadece Cenab-ı Hak olduğu gibi, yegane ma’bud (kendisine ibadet olunan) ve en yüce maksut (her işte rızası aranan) Zat da yine ancak Kendisidir. Mahluk ve Kul olma noktasında, en yüce insanla, en sade varlık eşit olduğu gibi, uluhiyet ve ubudiyet makamına uzaklıkta da yine en yüce insanla en sade varlık arasında hiçbir fark söz konusu değildir.

“Oysa onlar, Dini sadece O’na halis kılan hanifler (Allah’ı birleyenler) olarak, ancak Allah’a kulluk etmek, namazı dosdoğru ikame (huzur ve şuurla yerine getirmek) ve zekâtı vermek dışında (yanlış ve yararsız şeylerle) emrolunmamışlardı. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam) din bu (İslam)dır.” (Beyyine: 5 )

Bunlar bizim, en özel toplantılarımızda da, en genel ortamlarda da aynen hatırlattığımız gerçeklerdir. Biz elbette zaif, aciz, eksik ve türlü hatalara düşebilir kimseleriz. Bu nedenle her an ve her durumda Allah’ın rahmetine, inayetine ve hidayetine muhtaç vaziyetteyiz. İman ve itaatımızda -haşa- Allah’a kâr ve zarar veremeyeceğimiz gibi, inkâr ve isyanımızla da ona hiçbir zarar eriştiremeyiz. Yüce Rabbimiz Hz.lerinin bizim şirk ve şekavetimizden etkilenmesi de söz konusu değildir. Zira ne mülkünde ne de hükmünde, asla ve haşa bir şeriki yoktur ki, biz O’nun safına geçip bir zaafiyete sebebiyet verelim… İslami çaba ve amacımızın da, biat ve cihadımızın da sevabı ve kazancı sadece kendimizedir.

(Hakk hâkim olsun, ülkemizde ve yeryüzünde Adalet Nizamı kurulsun diye) Kim cihad ederse, o ancak kendi nefsinin faydası için çaba göstermiştir. (Cihadın, adil devlet, izzet ve emniyet gibi dünyevi menfaatleri de; ebedi saadet ve cennet gibi uhrevi mükâfatları da kişinin kendi çıkarı gereğidir.) Allah alemlerden Müstağnidir (hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir).  (Ankebut: 6)

Ey Kardeşlerim!.. Kendi vehminiz, tahmininiz ve hüsnü niyetinizle, bize bazı makam ve mertebeler yakıştıran, sonra da kendi kafanızda tasarlayıverdiğiniz vasıflara aykırı gördüğünüz tavırlarımız nedeniyle bizi suçlamaya kalkışan yine sizsiniz…

Ve (Sana lütfettiği bütün bu üstün fazilet ve meziyetlerden dolayı, övünmek ve böbürlenmek için değil, ama sevinmek ve şükretmek niyetiyle) Rabbinin nimetini (minnet ve memnuniyetle) hatırla ve anlat (ki Makam-ı Mahmud’a ulaşasın).  (Duha: 11) ayetinin izni ve emri çerçevesinde, Cenab-ı Hakkın bize olan nimet ve faziletlerini; şükür makamında hatırlatmak, böylece ibadet ve hizmetlere şevkimizi arttırmak dışında, bir takım meziyet ve marifetleri -haşa- kendisinden bilen ve bunlarla böbürlenip insanları etkilemeye ve istismar etmeye yönelen birisi değiliz ve bundan Rabbimize sığınıp sürekli tövbe edenlerdeniz. İşte netliğimiz, hatta bazen sertliğimiz de bu yüzdendir.

Bir zamanlar bizden, daha doğrusu hizmet ve mesuliyet yükünden usanıp, uzaklaşmak için bahane arayan birisine şunları söylemiştim:

“Dikkat et, bu samimiyet ve istikamet ehli ekipten ayrılma sebebin, dünyevi ve nefsi kuşkuların ve kurguların ise, bu oldukça tehlikelidir, hatta hidayetini karartabilir… Yok eğer dini gayretler ve uhrevi gayelerle ayrılmak istiyorsan, yani İslam’a ve davamıza zarar verdiğimiz kanaatiyle bizden uzaklaşıyorsan, bu iyi niyetine merhameten Allah sana hakikati gösterecektir.” Kaldı ki, maddi ve manevi, dünyevi ve uhrevi her türlü nimet ve fazilet -haşa- bizim değil Rabbimizin elindedir. İstediğine istediğini vermek, O’nun takdirindedir. Görev ve yetkileri, servet ve rütbeleri, tayin ve taksim eden bizzat Allah’ın Kendisidir. Bütün bunları bizden veya başka birisinden bilmek ve beklemek, zaten gaflet ve cehalettir. Birilerinin vesilesiyle bize yetiştirilen nimetlerin asıl sahibi de yine Rabbimiz Teala Hazretleridir. “Bu benim hakkımdı vermedi. Beni şu makama tayin etmedi. Halefi bendim, layık görmedi…” gibi itiraz ve isyanlar da, aslında Cenab-ı Hakk’a yöneliktir, O’nun takdir ve tanziminde -haşa- hata ettiğini söylemek gibidir.

Velhasıl, kendi kabahatlerini örten ve sürekli mazeretler üreten nefsinin dürtülerine veya nefsinin güdümüne girmiş kimselerin telkinlerine değil, kendi vicdani kanaatine göre davranmak gereklidir. Çünkü ayarı bozulmamış vicdan, hep doğruyu ve Allah’ın rızasına uygunu gösterecektir.

Kardeşlerim!.. Her kötülük ve hele tekrar edilirse, bir küfür tohumu gibi, sonunda imana aykırı şüphe ve vesveseleri doğurabilir ve insanın ayağını kaydırabilir. Bunun gibi, bazı hayal ve heveslere kapılan ve kendisini manevi görevli ve liyakatli sanmaya başlayan kimseler de, bu takıntı ve saplantıları zamanla daha da önemseyip öncelemeye ve bir nevi putlaştırıp perestiş etmeye (tapınır derecesinde sevip yüceltmeye) girişmekte ve çevresindeki insanları Allah’a bağlılıklarına, takvalarına, cihat ve fedakârlıklarına göre değil, kendisine olan hürmet, hizmet ve teslimiyetlerine göre değerlendirme ve derecelendirme dalaletine yönelmektedir. Maalesef insanoğlu, her gözünün eriştiğine, elinin de yetişeceğini zannetme gafletine düşmektedir. Hatta bu gaflet zamanla dalalete (sapkınlığa) dönüşmekte, bu sefer: “Her gönlünden geçene, kolunun da yetişeceğini ve kendi çabaları ve planları ile arzu ettiklerini gerçekleştireceğini” düşünmektedir. Oysa gözleri yüksek dalları değil, yıldızları bile görmekte, ama elleri sadece boyundan biraz yukarısına ancak erişmektedir. Ve hele gönlünden geçirdikleri ve nefsi dürtülere hayalen peşine düştükleri ise çok daha erişilmez şeylerdir. Elbette dua ve temenni makamında ve sadece Allah rızası ve Hak davası doğrultusunda, maddi ve manevi imkân ve fırsatlar talep edilir, ama bunları hak ettiğini düşünerek ve mecburen verilmesi gerektiğini zannederek istemek, bir şaşkınlık ve sapkınlık alametidir.

Ve hele, dava kardeşleri arasında; bölgecilik ve hizipçilik kayırmaları, bilgiçlik ve birincilik yarışmaları, öncelik ve önemlilik ayrışmaları başlaması, imanın canı olan ihlası öldüren manevi bir zehir gibidir. Böyleleri farkında olmadan Şeytanın gizli şakirdi haline gelir. Uhuvvet, muhabbet ve meveddet (birbirlerini sahiplenip destekleme) bağları zayıflayıp çözülüverir. Oysa haklı ve hayırlı bir hizmet ekibi, kendilerini aynen bir vücut gibi görmeli, bu vücudun her bir parçasının hayati, önemli ve gerekli olduğunu bilerek ve onlara kıymet vererek hareket etmelidir. Bu vücuttan kopup ayrılan göz de olsa, el de olsa, artık murdar ve işe yaramaz bir et parçası hükmündedir. “Ben”lik dava eden bir damla, kısa zamanda buharlaşıp tükenecek, ama “Biz” duygusuyla deryaya karışınca, daimi mutluluğa erişecektir.

Hadisi şerifte buyrulduğu gibi: “Allah-u Taala bizim bedenlerimize ve yüzlerimize (zahiri görünüş ve etiketlerimize, şan ve şöhretlerimize) değil kalplerimize Devamını okumak için tıklayınız.

    Güncel makalelerimizden istifade etmek istiyorsanız lütfen aşağıdaki kutuya e-mail adresinizi yazarak bize gönderiniz.